İtikat’ta Mezhep olur mu? İslâm’da Tasavvuf, Felsefe ve Kelâm ne zaman Zuhur etmiştir?

Önce “İTİKAT” üzerinde durmak istiyoruz. İtikat, İman’la ilgilidir. Bunun amelle, ameli İctihadlarla, Mezheplerle ilgisi yoktur. Mesela Ebu Hanife, Şafii hazretleri, v.b. diğer Müctehidler İtikat’la ilgilenmemişlerdir. Onlar, sadece Fıkıh ilmi ile yani Şeriat ilmi ile ilgilenmişlerdir.

İtikat, İmanla ilgilidir. İmanda da itikat, bir-iki-üç-beş diye olamaz; olmaması lâzım. Çünkü İtikat, “bir”dir. Yani İtikat’ta ihtilaf olmaz. İtikat’ta ihtilaf, dalâlettir.

İtikat, İslâm’ın aslıdır. Buna, “Usul-u Din” de denir. Âmentü ile ilgilidir. Âmentü umde (esas-ilke) leri ile ilgilidir. Metafizik gerçeklerle; Allah’ın varlığıyla, birliğiyle, Sıfatlarıyla, Ef’alıyla, Âsarıyla; Nübüvvetle, Velâyetle, Risâletle, Melekler, Ruh meseleleri, Kader meselesi, Semavi Kitaplar meselesi, Kelâm-ı İlâhi meseleleriyle ilgilidir. Onun için İtikat’ta Mezhep, “bir” dir.

İtikat, iman etmektir ki; Kur’an-ı Kerim ve Peygamber(A.S), iman hususunda ne söylenmişse; O’dur!

Bunun dışında, bir iman, bir İtikat tanımak, Kitap ve Sünnet’e muhalif olur. Âdem’den Peygamberimize (A.S) kadar olan cümle Enbiya’nın İtikadı aynıdır; değişmez!..

İman’da ikicilik olmaz. Çünkü İman’da bir şey ya ‘Hak’tır, ya ‘bâtıl’dır. İman meselelerinde hata da olmaz. Gerçek ne ise odur.

İmani hakikatler; Allah’ın Kur’an’ı Hakim’inde mevcuttur. Kur’an’da Mâneviyat da (Tasavvuf) mevcuttur. Bunu ancak Peygamber (A.S) tefsir eder. Peygamber (A.S)’dan sonra da; Ulema-i Rasihun - İlimde çok rasih (ileri, yetkin) olanlar; Başta Şah-ı Velâyet İmam-ı Aliyyel Mürteza, Ehl-i Beyt, Ashab’ın büyükleri ve büyük Evliyaallah… Ârifler bilir.

Peygamber (A.S.V) Efendimiz’den ve Ashab’dan sonra Fıkıh münakaşaları olduğu gibi; ayrıca Yunanistan’dan geçen bir Mantık meselesi var: Aristo’nun Mantığı ve Yunan felsefesi. Emevi ve Abbasi devrinde, bunlarla ilgili eserler Arapça’ya tefsir (tercüme) ediliyor. Bilindiği gibi o zaman, Felsefe ve Kelâm’ın da girdiği, çeşitli fikirlerin tartışıldığı muazzam okullar açılıyor.

Nedir bu Kelâm ilmi?... ‘Kelâm İlmi’ de aslında felsefedir. Çünkü onun da kuralı aynen Aristo mantığı’dır. Yani Mantık’a dayanarak, akılcı bir şekilde (rasyonal-nazari olarak) akılla İtikat kurulmuştur. ‘Allah’ın vahdaniyeti, Kadimliği, Sıfatları, Zâtı, eserleri, Fiili’ akılla ispatlanmaya kalkışılmıştır.

İslâm felsefecileri der ki; Gerçek, önce bilinmez; Gerçek, sonradan bilinir. Yani akıl gerçeği arar, bulur ve ispatlar; hakikati bulur. Felsefe, doğrudan doğruya ‘meçhul’den başlar ve ‘gerçeği’ bulmaya çalışır. Hak (gerçek) önceden bilinmez. Akıl sonradan öğrenecek. Akıl arayacak ve Yunan Felsefesi’nin etkisinde kalarak (Çok hoşlarına gitmiş o zaman. Sanki çok önemli bir şeymiş gibi); Aristo Mantığı’na göre; Hakikat’ı akılla ve Mantığın kurallarına göre bulacak.

İslâm Felsefecileri içerisinde Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, v.b. sayabiliriz. Bunların gayesi: Allah’ı, Allah’ın birliğini, Allah’ın Ezeliyetini ve Kâinatın sonradan olduğunu ispatlamak… Bu arada, Dehri’ler de (Materyalistler) çıkmış!.. Felsefe’nin durumu bu.

Kelâm’a gelince; Kelâmcıların, Felseficilerden ayrıldıkları nokta: Kelâmcılar diyor ki; Hak, önceden bilinir. Mesela, Peygamberler, Hak’kı (Gerçeği) önceden haber vermişlerdir. Ancak, ‘biz bu gerçekleri, Mantığa göre; gene o kurallar içerisinde rasyonel biçimde ispatlayacağız’. Ayrıldıkları nokta bu kadar.

Kelâmcılar da aynı Felsefeciler gibi konuya Mantıkla başlıyorlar. Allah’ın varlığını, Sıfatlarını. Ezeliyet (Kadimliği), Kâinat’ın (Âlemlerin) ‘muhdes (sonradan)’ olduğunu, Allah’ın Fiilini, Kader meselesini hep akılla ispatlamaya çalışıyorlar.

Ancak, bir özellikleri var: Nakli inkâr etmiyorlar; yani Vahyi inkâr etmiyorlar! Diyorlar ki; Vahiy var. Vahiy, Gerçeği bildirmiştir ancak; ‘bunu akılla da ispatlamak istiyoruz’. Konu bu kadar.. Yani Onlar da felsefecidir. Çünkü kuralları Felsefe ve Mantık’tır.

Bazıları, Kelâmcıların Nakli kabul ettiğini söyler. Kabul etmeleri; ‘Önceden Hak bildirilmiştir’, şeklindedir. Nakli kabul ettilerse; neden tekrar akılla ispatlamağa kalktılar!?.. Kur’an-ı Kerim’de, zaten Allah’ın Zât’ı, Sıfatı, Ef’alı, Âsarı, Kader meseleleri, her bir iman hakikati, metafizik gerçekler; Ruh, Melek, Nübüvvet, Velâyet, hepsi yazılı. Kur’an-ı Hakim’de mevcut. Sünnet-i Nebi’de de bunun tefsiri (izahı) var. Şah-ı Velâyet, Ehl-i Beyt, Ebubekir Hazretlerinin de izahı var. Ashab’ın, Selef-i Salihinin de izahı var!..

Bütün bunlar varken; neden akılla ispatlanmaya kalkışılıyor?...

Âl-i Ashab’ın İtikadı ne ise; Peygamber (A.S)’ın İtikadı O’dur!

Bakınız burada önemli bir konu var: Kelâmcılar aslında Nakli kabul etmemiştir. ‘Önceden bildirilmiş ama; biz bunu Felsefe’yle de yani akılla da ispatlayacağız’, demişlerdir. Kuralları, Felsefe’nin kurallarıyla aynıdır. Değişik değildir!

Sanki Kelâmcılar, Felsefecilerden ayrıymış gibi gösterilmek isteniyor; hayır! Mademki akılla ve Aristo Mantığı’na göre; Mantık’la başlıyorlar, Onlar da Felsefecidir.

Şimdi Felsefe ve Kelâmla ilgili önemli bir konuyu vurgulayacağız: Bunlar türlü kollara ayrıldılar. Mu’tezile’yi misal olarak alırsak; bunların bir kısmı Feylezof (Felsefeci), bir kısmı Kelâmcı. Nitekim Hasan-ı Eş’ari, önce Mu’tezile’dir. Mu’tezile’den büyük Kelâm âlimi Ali Cubai’nin talebesi idi. Ama sonra bazı meselerde, O’ndan ayrıldı. Şimdi Ehl-i Sünnet diyor ki; Eş’ari, Ehl-i Sünnet Mezhebini (İtikadını) kurdu. Ne ile kurdu?.. Akılla kurdu! Yani Kur’an hakikatlerini akılla ispatlamaya kalkıştı; Aristo Mantığı’nın kurallarına göre.

Halbuki Selef-i Salihin’e; Ehl-i Tasavvuf’a göre bu yanlıştır. Akılla, Felsefeyle; Felsefe’nin kurallarıyla, metafizik gerçekleri açıklayamazsın. Yanlış sonuca varırsın!

Felsefeciler, Kelâmcılar arasında çelişki görüyoruz. Bu çelişki nereden doğuyor?. Akılcılık ve Mantığın kurallarıyla yola çıkışlarından!(12)

Diyorlar ki “Biz, akl-ı cüz’le (küçük akıl, pratik akıl) gerçekleri ispatlayabiliriz”. Bakıyoruz, Aristo Mantığı’na göre ‘birisi aynı kuralla yola çıkıyor, bir hükme (yargıya, karara) varıyor; bu böyledir! diyor”. Diğer bir Kelâmcı, ‘aynı kurallarla çıkıyor; sonuçta başka hükme varıyor’. Kural aynı, hüküm birbirine zıt! O, O’nun bulduğu hükmü çürütüyor veya çürütmeye çalışıyor.

Başka bir Kelâmcı veya Felsefeci geliyor; aynı O da Aristo’nun Mantığı’na göre; (çünkü onlarda Aristo Mantığı esas; olmazsa olmaz) aynı Kelâm ve Felsefe’nin kuralıyla çıkıyor; O da üçüncü bir yargıya varıyor. O da Onunkini çürütüyor. Öbürü geliyor öbürünü… Bu çelişki (birbirine tenakuz, birbirini itme, fikrini çürütme, ıskata kalkışmak) kuralı değişmiyor…

Bu durumda, Felsefe’nin ve Kelâm’ın kuralı olan akılcılık’la (nazari, cüz’i akıl) Vahy’in esrarını nasıl açıklayacağız?.. Metafizik gerçekleri; Ruh nedir? Melek nedir? Allah nedir? Vücud nedir? Vacib’ül Vücud, Mümkün-ü Vücûd, Kadim, Hadis (yani muhdes, sonradan olma) nedir?.. Bu kavramları cüz’i akıl’la, Aristo’nun Mantığı’na göre; ispatlamaya kalkarsak, bunların ardı gelmez!.. O O’nu çürütüyor!.. Ve Felsefe devam ediyor. Bakın nasıl da birbirlerini çürütmeye devam ediyorlar!..

(12) Mantık, bütün İslâmi Medreselerde okutulmuştur.

Aristo’nun bu Mantık kuralı, yani cüz’den kül’lü, kül’den cüz’ü ispatlamak sağlam bir kural olsaydı; hepsinin vardığı yargı bir olurdu. Neden değişik yargılara varıyorlar?.. Kuralları bir; yargılar değişik, hükümler değişik. Onun ‘A’ dediğini, öbürü ‘B’ diye ispatlıyor. Öbürünün ‘B’ dediğini, bir diğeri ‘C’ diye ispatlıyor..

Kural bir, hükümler çeşitli. İşte ‘ihtilaf’, ‘İtikat’ta çokluk’ buradan çıkıyor.

Halbuki bir de Selef-i Salihin’in, Tasavvufçuların görüşü var. Selef (Tasavvufçular: Ârifler, Evliyalar, Sûfiler gibi), büyük zâtlardır. Bunlar diyor ki:

“Akl-ı cüz, Akl-ı kül olan Rûh-u Muhammediye (A.S.V.) ile veya bir Kudsi Ruh’la temasa geçmeden, O’nunla irtibata geçip, O’ndan gerçekleri öğrenmeden; ya bizzat Peygamberin Zâtından (Hayatta ise) veya (değilse) Rûhundan, ya da O’nun yetiştirdiği Hz.Ali, Hz. Ebubekir gibi büyük bir zâttan öğrenmedikçe (ya Rûhen veya vicahi – yüz yüze); Vahy’in, Mâneviyatla ilgili gerçeğini çözemez!...(13)

(13) Gazali Hazretleri’nin kanaatı da budur..

İman Hakikatlerini ancak “Külli Akıl” bilir.

Biz sadece inanmaya memuruz. Halk, Kur’an’ın Peygamber (A.S.) ‘ın bildirdiği hakikatlere inanmaya memurdur. Ârifler, bunu bilir. Bu yola girenler de Âriflerin sohbetiyle veya Ruh kudsileşince; Peygamber (A.S.)’a varmakla öğrenirler.

“Fenafi Resûl” konusu var: Bir insanın Ruhu, Resûlullah’ın Ruhunda fâni olursa; artık O’nun akıl ve Ruhu, Resûlullah’dan akıl, fikir, feyz almaya başlar. Mesela, bir kuyuyu kazarsın, kazarsın; ‘deniz seviyesini’ bulursun. Oradan gelen su, artık denizin suyudur!.. Diğer sulara benzemez.

Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet İtikadı: Mu’tezile Kelâmcıdır. Akılcı, Mantık’cıdır. Kelâm âlimleri arasında Allah’ın ‘Zatı’ ile ‘Sıfatı’ hakkında münakaşa var.

Mu’tezile’nin ekserisi der ki: ‘Allah’ın Sıfatı yoktur; Allah, sıfattan münezzehtir’.

Bir kısım Kelâmcılar da çıkar, Allah’ın Sıfatı’nı ispatlar. ‘Allah’ın Sıfatı vardır der ve bunda aşırıya gider’.

Kelâmcılar, Zâtçılar ve Sıfatçılar diye ikiye ayrılırlar:

Zâtçılar, ‘Allah’ın Sıfat’ını inkâr ediyor’.

Sıfatçılar da Allah’a öyle sıfat isnad ediyorlar ki;

derken, derken ‘Sıfatını, Zâtın yerine koyuyorlar’, aşırı teşbihe gidiyorlar. Çünkü Sıfat’ta teşbih vardır ama; aşırısına gidildikçe artık, Allah’ı cisim, beşer- insan sûretinde temsil etmeye başlıyorlar. Bunlara ‘Müteşebbihe’ ve ‘Cisimcikler’ denilmektedir.

Zâtçılar da Allah’ın Sıfatını inkâr ediyorlar. Bu durumda, Allah’ın Kelâm Sıfatı’nı da inkâr ediyorlar. Diyorlar ki: “Allah’ın sözü mahluk’dur (Allah, sözünü yaratmıştır)”. Allah’ın Sıfatı’nı kabul etmediklerinden; Kelâm-ı İlâhi’nin de sıfat olduğunu kabul etmiyor; ‘Allah’ın Sıfatı yok’ diyorlar. Öyleyse Allah’ın Kelâm Sıfatı da yok diyorlar.

Sıfatçılar:

“Hayır! Allah’ın Sıfat’ı vardır. Allah’ın Kelâmı kadim’dir!”, dediler.

Münakaşa, tenakuz (çelişki) buradan başlıyor. Kelâm Meselesi de bilhassa buradan başlıyor.

Eş’ari ve Maturidi meselesine gelince:

Eş’ariler, Allah’ın Zâtını da Sıfatını da ispatladı. Zâtçılar ve Sıfatçılar arası bir yol buldu; Mûtedil (ılımlı- oranlı) bir yol seçtiler. Biri, Allah’ın ‘Sıfatını’ var edip Zâtını sanki ortadan kaldırınca; bir diğeri de ‘Zâtını’ Sıfatından soyutlayıp Kelâmını da inkâr (Yani hiç kimse Allah’la asla temasa geçemez. Allah, ne görülür, ne işitilir, ne konuşulur… gibi. Bunlar sakat tabi.) edince; bu sefer Eş’ari, orta yolu seçmek istedi.

Eş’ari, Sıfat’a inanır: “Allah’ın Kelâmı kadimdir; Allah’ın ‘Mütekellim’ ismi var. Allah, Besir (görür), Semi (işitir) ve Mütekellim (konuşur)”, der. Ayrıca Sıfatlar hakkında dedi ki; “Allah’ın Sıfatı vardır. Fakat Allah’ın Sıfatı, Allah’ın ne Zâtı’dır, ne de Zâtından gayrıdır”. Şimdi bu münakaşalı!.. Fakat çoğunlukla Ehl-i Sünnet’in Medrese Âlimleri, bunu kabul etmiştir.

Maturidi, Sıfatı kabul eder. Ancak, “Sıfat da Zâtın aynıdır”, der.

Tasavvufçular da Allah’ın Sıfatı’nı kabul ederler. Fakat Onlar der ki:

“Allah’ın Sıfatı da bizzat Allah’ın Zâtı’dır”.

Yani her güzel isimle çağrılan Allah’dır! Allah ayrı, Sıfat ayrı diye ‘iki Kadim’ yoktur. Kadim bir tekdir. Vahid-ül Ahad olan Kadim, Zât-ı Mutlak’tır. Allah’ın Sıfatı da Allah’ın Kendi’dir. Çünkü Allah’ın Sıfatı Nur’dur; Allah da Nur’dur.

“ Allahu nûrussemavati ve’l ard - Göklerin ve yerin Nûr’u Allah’dır”.(Nûr- 35). (14)

Öyleyse Nûr, Vahid’dir (Nûr bir tanedir). İki nur olmaz. Nûr’un kaynağı; Nûr-ul Envar, Allah’dır. Burada Tasavvuf Ârifleri, Eş’ari’den de ayrılır.

(14) Bak. Sırr’ül Esrar, Seyyid Abdulkâdir Geylani Hazretleri.(Tercüme, Abdulkadir Akçiçek, İstanbul-1968)

Maturidi, Eş’ari’den 50 yıl sonra gelmiştir. Hanefiye bilginleri, Meturudi’ye sahip çıkmıştır ve ‘Maturidiye İtikadını’ kurmuştur. Aslında Mezhebi kuran, Hanefi Uleması’dır; Hanefi Uleması’nın Kelâmcılarıdır. Buna ‘Hanefiye İtikadı’ da denir.

Maturidiye de yer yer Eş’ari’ye yakındır. Yalnız bir fark var:

Hasan el Eşa’ri, “ Akılla, Hakk’ı Mutlak bilinmez”, der. “İyi- kötü’yü Allah önceden bildirir; akıl, iyi-kötü’yü tayin edemez”, der.

Fakat Maturidiler:

“Akıl, önceden iyi- kötü’yü bilir”, der ki; bu aşırıdır. Çünkü Maturidiler, Eş’ari’den daha çok akılcıdır. O, cüz’i akla daha önem veriyor. ‘Mutlak gerçek, akılla bilinir’, demeye getiriyorlar.

Burada şunu da belirtelim! Tasavvufçular, akılcı değil midir?.. Tasavvufçular da akla inanır ama; Onlar diyorlar ki: “İman gerçekleri, cüz’i (küçük) akılla çözülemez”.

“Allah’ın vâdi; Allah’ın vâdi gerçektir(yani madde ötesi yaşam, Âhiret Hayatı vâdi, gerçektir). Fakat insanların çoğu bilmez. Onlar dünya hayatının dışını bilirler. (yani, Maddi- Fiziki bilimleri bilirler). Âhiret (Mânevi-maddeötesi gerçekleri; Allah’ın nicelikleri, Emir Âlemi Ruh, Melek, Cinler, Şeytanı, Melekûti-Cennet ve Cehennemin) gerçeğine gafildirler (Cahildirler-bilmezler)”. (Rûm, 6-7)

İnsanların çoğundan maksat, cüz’i akıl sahipleridir. Zaten cüz’i akılla metafizik maddeötesi gerçekler, Allah’ın hakikati ve nicelikleri, Emir Âlemi’nin gerçekleri bilinseydi; Cenab-ı Rabbımız Allah, Peygamberleri gönderip bu gerçekleri bildirmezdi. Herkes cüz’i akılla, akli istidlal ile Mantıkla bu gerçekleri öğrenirdi. Peygambere, İlm-i İlâhi olan Kelâm’ı İlâhi’ye, Vahy’e gerek kalmazdı.

Yukarıdaki Âyet-i Celile, açıkça göstermektedir ki., Din, İslâm, Akla kat’iyyen karşı değildir. Ancak Aklın hududunu (sınırını) çizmiştir. Akıl’la (cüz’i Akıl - Kâmil olmayan Akıl) ancak, Fiziki Âlem’in gerçekleri bilinir. Fiziki bilgileri Akla bırakmıştır. Ancak Metafizik Bilgileri; Aklı Kâmil, Aklı Kül sahibi Peygambere ve Mânevi Varislerine (Âriflere ) vermiştir.

Metafizik - maddeötesi (Âhiretle ilgili) bilgileri, cüz’i akla vermemiştir.

O nedenle de insanları, bu Metafizik - maddeötesi, Âhiretle ilgili bilgilerden de mahrum etmemek lütfunda bulunup; Vahyini, Peygamberini, Ârifleri göndermek kerem ve ikramında bulunmuştur. Zira Allah, hem çok ikrâm edici, hem de çok Âdil’dir.

Peygamberlerine ve Kitaplarına gerçekten inanan insanları, Bâtın İlimlerinden, maddeötesi gerçeklerden, yararlandırmıştır. O’na ne kadar şükretsek, azdır.

Nitekim, Gazali’nin demek istediği de budur. Yoksa Gazali Hazretleri, Fiziki İlimlerde Akılcıdır. Fıkhi Hukuk ilminde de akla önem verir. O Fıkıh’da (Hukuk) aklın rolünü, Rey ve İctihadı reddetmemiştir.

Gazali, Metafizik gerçeklerin, cüz’i akılla tam bilinemeyeceğini; bunu ancak büyük İslâm Mistikleri’nin (Sufiler, Tasavvufçular) bildiklerini ve kendisinin de o yola girdiğini söylemiştir.

O’nun muarızları (karşıtları) bu konuyu saptırmakta; Gazali’nin aklı inkâr ettiğini yaymaktadırlar. Bu iftirayı yapanlar, materyalistlerdir. Bir de Metafizik (İtikat) konusunda sadece Kitap ve Sünnet’i delil alıp, O’nun gerçeğinin, Rûh-u Âzam’ın yardımıyla, öğretisiyle mümkün olacağını iddia eden Tasavvufçuları, Evliyaları, inkâr eden, İslâm’daki sapık fraksiyonların fikir babalarıdır.

Türkiye’mizde çoğu Hanefi, azı da Şafii olan Din görevlileri (Müftü ve Vaizler), genellikle Maturidiye ve Eş’ariye itikadını kabul etmişlerdir. Ve bunu geleneksel olarak devam ettirmektedirler. Gazali’yi ve yolunu inkâr etmemekle beraber; Gazali’ci değillerdir. Ama halkımız, Gazali’yi daha çok tanır ve Gazali’nin Tasavvuf yolunu tercih etmiştir. Ehl-i Sünnet halkımız, Gazali’nin Tasavvuf Yolunu tercih etmiştir. Ehl-i Sünnet halkımız, Gazali ve emsalinin itikadını benimsemiştir.

Ancak bir çelişki var. Şöyle ki: Bazı materyalist yazar ve çizerlerimiz, bizim Din görevlilerimizi dogmatiklikle, Akılcı olmamakla suçlarlar. Tam tersine Eş’ariler ve Maturidiler Akılcı ve Mantıkçıdırlar. Onlar, felsefi ve Mantık’a dayanan, bir nevi Felsefe olan, Kelâmi İtikat’ları benimsemişlerdir. Mantıkçıdırlar, Rasyonalisttirler (İman-İtikat konusunda). Medreselerde, Mantık dersi baş köşeyi alır. Halen de İlâhiyat’ ta devam eder.

Materyalistler, Gazali ve Tasavvufçulara çatsalar; kendilerince haklı sayılırlar. Çünkü zaten Onlar Tanrı’nın Kitapları’na, Peygamberlerine ve Velilerine, ayrıca Mâneviyat’a inanmazlar. Onlar için maddeötesi, Mânevi yaşam diye bir şey yok. Onlar her şeyin Akıl ve Mantık’la izahını isterler.

Eş’ariler, Maturidiler ve Mu’tezile ise; Nazari Akıl’la (Mantık kurallarına göre) istidlal yaparak, itikat kurarlar.(15)

(15) O nedenle diyoruz ki; Bazı Materyalistlerin, İslâm’daki bu akılcı din görevlilerine çatması yersizdir. Ya da bunlar, İslâmi bilgileri olmayan, Bazı Materyalistler ve kendilerini aydın ilan eden aydınlardır.

Tasavvufçular, “İman gerçeklerinin hakikatini ancak Külli akıl (teorik beyin), yani Allah’ın Peygamberlerine verdiği akıl anlayabilir. Herkesteki böyle normal akılla, ‘Amentü Umdelerinin hakikati’ bilinemez. Peygamberler, Ârifler, Evliyâlar anlar; diğerleri de Onlar ne derse olduğu gibi kabul eder “.

Yani, “Âmentû billahi ve Melâiketihi ve Kütibihi ve Resûlihi ve’l yevm’il âhiri vebi’l Kaderi - Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygaberlerine, Âhiret gününe ve Kader’e inandım”, Altı Umde’sine hepimiz inanıyoruz.

Ama bunun şerh-i beyanını (Yorum-açıklama) kimisi Eş’ari’ye, kimisi Maturidi’ye, kimisi Cuba’iye, kimisi Mu’tezile’ye, kimisi İsmaliye’ye, kimisi Batıniye’ye kimisi Zahiriye’ye göre yapıyor. İtikat Mezhepleri de buradan doğuyor!.

Başlangıçta da söylediğimiz gibi bunlar da Peygamber (A.S)’dan yüz-yüz elli yıl sonra kurulan İtikat ekolleri’dir (Mezhepleri, yorumları). Yani O kişilerin yorumudur.

Ehl-i Sünnet’in bir kısmı, Eş’ari’nin, Maturidi’nin görüşlerini kabul etmiştir. Hanefiye ve Şafiiye’nin çoğu uleması kabul etmiştir.

Halkın ise bu gibi şeylerden haberi yoktur. Halk, ne Maturidi’yi bilir, ne de Eş’ari’yi!.. Zaten bunlar halka anlatılırsa, halkın kafası şaşar. Sapıtır, şaşkın olur!..

Mezhep İtikatları, Medrese Âlimleri arasındaki bir konudur. Yani âlimlerin Mezhebidir. Halkın haberi yoktur.

Ümmet-i Muhammed, bunu öğrenmeye mecbur da değildir. Âmentü’yü okur - tasdik eder; Allah ve Resûlü (Peygamber A.S), Evliyalar nasıl inanmışsa, ben de inanmışım, der. Tamamdır. Allah bir, Resul hak!..

Ehl-i Sünnet Âlimleri’nin çoğu, aslı Kelâmi olan, Felsefi olan, Aristo Mantığı’na dayanan akılcı Eş’ari ve Maturidi’nin görüşlerini Mezhep haline getirmiştir. Ancak, Eş’ariye, Maturidiye; bunlar biraz da Tasavvufa yakındır. Bunlar, Tasavvufu inkâr etmemekle birlikte; Tasavvufçu değil, Akılcı’dır. Mâneviyatla ilgileri yoktur. Bir Evliya, bir Veliyullah da değildir. Akılcı, Mantıkçı Kelâm âlimidirler( Kelâmcılar, Sûfilerin yolunda yürümemişlerdir).

Yalnız, Ehl-i Sünnet İtikat’ta bir Mezhep daha kabul etmiştir. Selefiyyun Mezhebi!..

Selefiye; Âl-i, Ashab’ın ve Onlara uyanların İtikadı. Tasavvuf yolu.

Bizim Selef, Selefiye dediğimiz; İbn-i Teymiye’nin kurduğu Selefiye Mezhebi değildir!

Bizim Selef dediğimiz; daha İtikadi Mezhepler kurulmazdan evvelki Âl-i, Ashab’ın İtikadı’dır. Dört Müctehidimiz de bunlardandır. Hz. Ali’nin ve Hz. Ebubekir’in; Ashab’ın öğretisidir. Hasan el-Basri yoluyla gelen İtikad koludur. Onlardan gelen itikad kollarıdır.

Halbuki İbni Teymiye, yalnız felsefe ve Kelâm’ı değil; Tasavvufu ve Evliyaların Seyr-i Sülük sistemlerini de inkâr etmektedir. Onlar, Kur’an ve Hadis’lerin Bâtınî mânalarını da kabul etmezler. Zahiriyeci’lerdir.” Kur’an, izah edilmez”, derler.

Halbuki Mânevi bilgiler: Hak’kı bilmek: Hak’kı zikretmek, tefekkür etmek, Mukarrebun’u (Allah’a yakın İnsanlar) izlemek, Mârifet, Aşk, Metafizik gerçekleri ve bunların gerçeğini Rasih’lerin; bilgide (Maddi – Mânevi bilgilerde) yetkin olanların bileceği de Kur’an ve Sünnet ile sabittir.

Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’i izleyen (başta Hasan-el Basri hazretleri), hepsi de Evliya olan, büyük Mâneviyat bilgini Tasavvufçulardır. 12 Ehl-i Beyt İmamı, 4 Mezhep İmamı da bunlara dahildir.

Gazali Hazretleri Felsefe, Kelâmi İtikadı kabul etmemiş, ama Fıkıh’da Rey ile İctihadı - Akli İstidlali kabul etmiştir. O, İtikat’da Sûfilerin metodunu kabul etmiştir. Sûfiler ise Hazret-i Ali ve Hazreti Ebubekir’in ve Hasan-ı Basri’nin Tasavvuf yolundadır. Yani İtikat’da, Ashab’a, Tabiin’e ve İmam Hasan el Basri’ye tabirdirler.

Sapık Selefiler ise Hicri 400’üncü (M.1000) yılda ortaya çıkmışlardır. Gazali Hazretleri, Onların sadece Kitap ve Sünnet’i tutup; Tasavvuf yolunu ve Fıkıh’ta İctihad’ı reddetmelerini çürütmüştür. Aynı zamanda Gazali, Felsefeci ve Kelâmcıların metodunu da reddetmiştir.

Gazali, yanlış Selefi’lerin, ‘Kur’an, izah edilmez’, fikrini de reddedip çürütmüştür. Eş’ari ve Maturidi’ye de tab’i olmamıştır.(16)

Hicri 700 (M.1300) yılında İbni Teymiye ise; Gazali’nin çürüttüğü, 400. yılda zuhur eden yanlış Selefiliği, tekrar canlandırmak istemiştir. Teymiye kendisinden evvelki yedi yüzyıllık Fıkıhçıları, Felsefecileri, Kelâmcıları, gerçek Selef-i Salihin olan Tasavvufçuların Mânevi yolunu da red edip; bu kadar âlime karşı yalnız kendisinin gerçeği bildiğini iddiaya kalkışıp ilmi tekeline almaya çalışan (kendini gören); 700 yıllık, binlerce İslâm Âlimlerini ve metotlarını inkâr edendir!..

Bu ise; Hakkı yalnız kendisinin bildiğini iddia etmektir ki; işte bu en büyük sapıklıktır. Bir Âlim, Hakkı yalnız kendisinin bildiğini (Hakkın kendisine tahsis

(16)M.Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi S.210, 211, 243, 244, 245.

edildiğini) iddia eder de; diğer binlerce ilim adamını ve metotlarını red ederse; O bir nevi kendini Peygamber bilmiştir, demektir.

Hak ilmi (Gerçek); Peygamber Efendimizden (A.S) sonra hiç kimsenin tekelinde değildir!

Her İslâm bilgini görüş getirebilir. İnsanlar, istediğini kabul eder veya reddeder. Hepsini red eden kimse, en büyük sapıktır. Dinin gelişmesini engellemektir. Dinin dinamizmini yıkmaktır.

Aslında İbni Teymiye, Emevi kökenli, Ehl-i Beyt aleyhtarı olan, Zahiriye Mezhebi’nin kurucusu, İbni Hazm’ın Mezhebinden sayılır. Çünkü Onun görüşlerini benimsemiştir. Kendisi bu suretle Ahmed bin Hanbel Hazretlerinden kopmuştur.

Ahmed bin Hanbel hazretleri, muhibbi Ehl-i Beyt’tir. Ehl-i Beyt’in; ‘Hazret-i Ali, Fatimatüzzehra, Hasan ve Hüseyin olduğuna dair’ Hadis-i Şerif’i “Müsned” isimli kitabında O tesbit etmiştir. Daha nice Hz.Ali‘nin ve Ehl-i Beyt’in yüceliğine dair Hadis’ler, hep O nun Müsned’indedir.

Ayrıca bu büyük Zât, İcma-ı Ümmet’i reddetmemiş, mümkün değil, demiştir. Bu gün uçaklar vardır. Müctehidlerin icmaı( toplantısı) mümkündür. Kıyas’ı da tamamen reddetmemiş; ‘çok darda kalmadıkça, kabul etmemiştir’.

Aslında, Ehl-i Sünnet’in Müctehid’leri de darda kalmadıkça, Kıyas’a pek itibar etmezler; Hadis ve Rey’i tercih ederler.

Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Ehl-i Beyt’in ve Ashabı’ın kavillerini de kabul eder.

Bu durumda : Fıkıh’ta Kıyas’ı, Rey’i, Ehl-i Beyt’in ve Ashab’ın kavlini (sözünü, rivayetini), İcma-ı Ümmet’i İslâm Felsefesini, Kelâmın İlmini de, hükümlerin tamamını da asıl, Selef-i Salihin yolundan başkası olmayan Tasavvufu’da Red ve inkâr eden İbni Teymiye ve Onlara tâbi olanlar; nasıl Hanbeli olabilirler!?... Bunların hepsi, Zahiriye Mezhebinin kurucusu, İbni Hazm sapığına bağlı olanlardır.

İbni Hazm’ın devamı olan, İbni Teymiye, Usul-u Din’de, eski İslâm bilginlerinin hepsinin (İslâm Felsefecileri, Kelâmcıları ve Tasavvufçuları) metotlarını ve İtikadlarını inkârla kalmamış; Füruu Din olan Fıkıh’la (İslâm Hukuku) ilgili olan konularda da önceki İslâm Müctehid’lerinin hepsinin metotlarını, delillerini ve İctihad’larını da reddetmiştir!..

Bu öyle bir durum doğurur ki; Dinin gelişmesini tamamen önler. İslâm’ı buzdolabına kor. İctihad’ı ve düşünceyi dondurur. Çok tutucu, bağnaz bir durum meydana gelir. Her türlü gelişme, ilerleme önlenmiş olur. Her bir yenilik ne kadar iyi olursa olsun; ne kadar zorunlu olursa olsun; engellenir.

İnkışaf (gelişme) önlenince, karşı taraftaki gelişen düşünce ve hukuk; İslâm Dini’nin usul-u Din (teorisini) ve Füru Din (Dinin Hukukunu) çürütür veya İnsanlık nazarında, İslâm Dini’nin kıymeti ve anlamı kalmaz! İslâm’a irtica, Müslümana da yobaz damgasını basar. Bir daha Dini savunmak mümkün olmaz. Ne kadar savunulsa da etkisi olmaz.(17)

Tasavvuf yolu Âl-i Ashab’ın, Hz. Ali‘nin ve Hz. Ebubekir’in öğretileridir. Yani Onların öğrettiği İman Hakikatleri ki; buna Tasavvuf ‘ta Mârifet, Hakikat diyoruz.

Selef; Tasavvufçular, Ârifler ve cümle Evliyalardır. İtikat, Mu’tezile, Eş’ari ve Maturidi Mezhepleri daha kurulmazdan evvelki Din büyükleridir. Ki bunlar, Ashab’ı görmüş; Tasavvuf bilgi ve eğitimini almışlardır. Genellikle Hasan el Basri’ye tâbi olanlardır. Tasavvuf, O’ndan gelmektedir.

Bu arada şunu da açıklayalım: Eş’ari ve Maturidi, İmam-ı Hanefi’den, İmam-ı Şafii’den sonra gelmişlerdir!

(17) Bunun sonucu da Müslümanlar zayıflar. Devletlerini de vatanlarını da kaybederler. Devlet ve vatanını kaybeden bir milletin de Dini yok olur (Rusya‘daki İslâm milletleri gibi) Onun için İngiliz, Amerikan hükümetleri ve Hıristiyanlar, çok tutucu olan İbni Teymiyecileri, Zahiriyecileri şiddetle desteklerler. Gayeleri İslâm Dini’ni yok etmektir. Kilise 1400 yıllık İslâm Dini’ni yok etme görevini tamamlamış olur. Bizden hatırlatması.

Mesela bakınız, Ebu Hanife ne diyor? “Ben Cafer-i Sadık’ı görmeseydim, helâk olurdum! Yani iman hakikatlerini O’ndan öğrendim”.

Dört Mezhebin kurucuları ; dördü de Ehl-i Beyt taraftarıdır. Ehl-i Beyt’e çok muhiblerdir. O uğurda Emeviler’den, Abbasiler’den çok eziyet çekmişlerdir. Bu kesindir! Fıkıh ilminde de Onların talebeleridirler.

Başlangıçta da söylediğimiz gibi İtikat ve İman meselelerinin Fıkıh’la, amel’le , Dört Mezhep’le hiçbir alakası yoktur!..

Selefiyyun: Ârif olan Tasavvufçular, Evliyalar; soyut akılla (küçük akılla) Aristo Mantığı’na göre iman gerçeklerini açıklamayı kabul etmezler. Onu Kelâmcılar ve İslâm Felsefecileri yapmış. Peygamberimizden 100 yıl sonra yeniden İtikat Mezhepleri kurulmuş, Abbasiler zamanında.

Selef (Ârifler); Âyet, Hadis-i Şerif ve Hadis-i Kudsi’lerle bildirilen iman gerçeklerini izah ve tefsir ederler. Yeniden Kelâmcılar gibi akıl ve Mantık’la (rasyonal olarak), İtikat kurmaya kalkmazlar.(18)

Bir de; İsmailiye Mezhebi’nden, Bâtıniler vardır. Onlar da; ‘Kur’an bâtın’dır. Âyetlerin ve Hadislerin zahiri anlamı yok’, diyorlar. Bu da yanlış.

İsmailiye’nin bâtıniye kolu ise; Âyetleri bâtınen yorumlayalım derken; giderek aşırı teşbih yaparlar. Bunun sonucunda da gene mütecessime, yani Cisimcilik çıkar.

Bu da Şekilcilik olur. Dolayısıyla bu da Putçuluktur.

Kur’an ve Hadis’in hem zâhir, hem de bâtın anlamı vardır. Zâhir anlamının da bâtın (Mânevi) anlamının da yorumu ve yorumcuları vardır.

Mesela, Kur’an-ı Kerim’de Allah, “Kendi yüzünden, gözünden, elinden” söz etmekte ve ayrıca “Arş’a (taht’a) oturduğunu”, buyurmaktadır.

(18) Şimdi bir yeni Zahiriyeciler (Teymiyeciler) çıkmış; biz Selefiyeyiz, diyorlar. Bütün Fıkhi Mezhepleri, Kelâmi ve Felsefi Mezhepleri, Tasavvuf’u (Mâneviyatı) inkâr ediyorlar. Kur’an’ın ve Hadis’lerin, Hadis-i Kutsi’lerin Bâtıni (Mânevi) anlamı yok, diyorlar. Bunlar Selef değil, bir nevi hariciler, yani Zahiriyecilerdir.

İbni Teymiye’ye göre ‘Kurân izah edilmez’. Arapçası okunur veya tercüme edilir. O kadar. Hem öyle deyip izahçılarını reddediyor; ondan sonra kendi izah ediyor. Yani kendine caiz, başkalarına caiz değil! İlmi tekeline almaya çalışıyor.

“Errahmanü arşisteva - Rahman, Arş’ı istiva etti”. (Ta Ha-5)

Bunlar ve buna benzer bir çok mecazi (kapalı, kinayeli) Âyetler vardır. Bu âyetler, izah edilmez, yorumlanmazsa; Allah’ü Taala’ya şekil verilmiş olur.

Şekil vermek ise putçuluktur. Onun için Tasavvufçular, Gazali ve büyük Din bilginleri, Kur’an’ın muhakkak yorumu lâzım geldiğini ve bâtın’i (Mânevi) anlamları da olduğunda ittifak etmişlerdir.

Bu ittifaka karşı olan tek bilgin, İbni Teymiye’dir!..

Gerçek Selef olan Tasavvufçular (Veliler), Ehl-i Sünnet’in ve Şia’nın kabul ettiği budur.

Bâtıniler ve Zahiriyeciler ise; İslâm’da çok az ifrat ve tefrite gitmiş azınlıklardır.

İtikat’ta Ârif olan Selef ve Onların yolunu yutanların delili; Âyet, Hadis-i Şerif ve Hadis-i Kudsi’lerdir. Bunun en büyük izahçısı Peygamber Efendimiz (A.S) ve Âl-i, Ashabı’dır. Ve Onlardan öğrenenlerdir. Onlar İtikat tefsircileridir, açıklayıcılarıdır. İtikat kuruculuğu yapmazlar.

Yani İtikat’ta Kur’an ve Hadis-i Şerif’ler ne diyorsa; odur. Bu itikat meselelerinin hepsi zaten Kur’an ve Hadis’lerde var. Bunlar ancak Peygamberimiz ve O’nun Mânevi Varisi olan Ârifler; cüz’i aklı, Kül’li Akıl’la irtibata geçirerek; Kül’li Aklın (Ruhu Muhammediye ve Aleyhisselâmın) yardımıyla; Aklı, Ruhu gelişen büyük Veliler tarafından açıklanabilir. Bizler de Onlardan öğrenebiliriz.

İtikat’ı Allah ve Resûlü kurmuştur. Başkaları kuramaz!

Kelâmcılar, Âyet ve Hadis’lerin izahını yapmamış, Onlar Aristo Mantığına göre; nazari (Rasyonel) olarak Kadim, Muhdes, Zât, Sıfat, Fiil (kader) konularında soyut akılla hükümlere (yargılara) varmışlardır. Yeniden İtikat oluşturmuşlardır.

Kelâmcıların delili, Âyet ve Hadis’ler değildir. Onların delili ‘Akıl ve Mantıktır’. Âyet ve Hadis’lere göre İtikad’ın izahını yapmazlar.

Selef olan Ârif Evliyalar (Tasavvufçular), “Biz Âyet ve Hadis’lerden kaynaklanmayan bir İtikadı kabul etmeyiz”, derler.

Bir ‘Usul-u Kelâm’ kitabı alıp okuyan insan; Kelâmcıların, Âyet ve Hadis’lere göre akılla hareket etmediklerini, hep akılla hareket ettiklerini görür. Onların İtikat ve İman gerçeklerini bildiren Âyet ve Hadis’lerle ilgilenmediğini; Onların izahını yapmadığını görür. Onların konusu hep: Vücud (Varlık, Zât), Vacib-ül Vücud(Varlığı zorunlu), Mümkün-ül Vücud(Varlığı Mümkün), Adem (yokluk), Mevcud (Var olan), Kadim (İlk), Muhdes (sonradan oluşmuş), ayân ( belli, açık), araz (kendiliğinden oluşmayıp başka bir cevherden oluşan), Cüz’i lâ yeteceza (atom), hayz (bir şeyin uzayda doldurduğu yer), hayula (zihinde tasarlanan şey), Zat, Sıfat, Ef’al (Fiiller, yani dolayısıyla Kader meselesi) v.b.dir. Bunların hepsi de cüz’i - küçük akılla ve Aristo Mantığı’nın kuralıyla (tikel’den tümel’e, tümelden tikel’e); akli kıyasla İstidlal yaparak(Bir delile dayanarak bir şeyden sonuca varma); izah ve ispata kalkışmışlardır. Bu nedenle de türlü İtikat Mezhepleri doğmuştur.

Zaten bu konular kadim Yunan Felsefesinde daha milattan önce var idi. Bunlar ve Aristo’nun Mantık Kuralı; Emevi, Abbasi çağında İslâm bilginlerine geçmiştir. Kitap (Kur’an) ve Sünnet’le hiç bir alakası yoktur.

Kur’an-ı Hakim ve Sünnet’i Nebi’de ise; her bir İtikad (İman gerçekleri- metafizik konular) mevcuttur. Bunları Kelâm’da ve Felsefe’de aramaya gerek yoktur.

İşin tehlikesi şu ki: Mu’tezile olsun (Şiiler ekseriyetle), Ehl-i Sünnet bilginleri olsun (Eş’ariler ve Maturidiler ekseriyetle), bu Kelâmi, Akılcı hükümlerin, Kur’an’a ve Hadis’lere uygunluğunu sağlamak gerekirken; sonradan bunların taraftarı olan Medrese Âlimleri, ‘İtikat konusunda Âyetleri ve Hadisleri, Kelâmi, Akılcı Mezhep kurucularının görüşlerine uydurmaya çalışmışlardır’.

En tehlikeli olan da şu ki; Hatta bu İtikat’lara uymayan Âyetleri, mensuh (hükmü kaldırılmış) saymaya kalkışmışlardır. Hadis-i Şerif’leri görmezlikten gelmişlerdir!.

Çok tutucu (skolastik) bir şekilde İtikat’la ilgili Âyet ve Hadis’i; Eş’ari’ye, Maturidi’ye, Cubai’ye, (Mu’tezile) göre izah etmeyen bir Ârif’i dalalet ve sapıklıkla itham etmişlerdir.

Halbuki Âyetler ve Hadis-i Şerif’ler Kelâm’dan, Eş’ariden, Maturidi’den, Cubai’den (Mu’tezile) ve benzeri Mantıkçı İtikat İmamlarından 150 yıl önce var idi.

Gel gör ki; Kur’an ve Hadis’le sabit, İtikat bırakıldı; yukarıda adı geçen akılcı bilginlerin görüşleri, İtikad kabul edildi. Bunu Şii Medrese Âlimleri de yaptı, Sünni Medrese Âlimleri de yaptı..

Şu da var ki; Tasavvufçular akli istidlal - akılcı delillerle Allah’ın varlığı, Ruh’un varlığı, metafizik gerçeklerin varlığı hakkındaki Felsefeci ve Kelâmcıların savunmalarına karşı değildir. Bilakis bunu destekler ve kendileri de icab ederse yapar. Bu mücadeleyi, kim olursa yapanın yanındadırlar.

Ancak; Allah hakkında, Allah’ın Zâtı, Sıfatı, Fiilleri, Vasıfları hakkındaki görüşlere karşıdır (Felsefi ve Kelâmi görüşlere) .

Hak’kın Varlığını müdafaa ayrı şey, Hak’kın Vasıfları hakkında görüş ortaya atmak ayrı şeydir!..

Hak ve Hak’kın gerçeği vasıfları hakkındaki görüş, Âyet’ler ve Hadis’lerle bildirilmiştir. İtikad’ı Allah ve Resûlü oluşturmuştur.Bunun en büyük izahçısı (açıklayıcısı) ise; Fahr-i Âlem Efendimiz, Ehl-i Beyt, Ashab’ın bilginleri ve Ârif olan Evliyalar, yani Tasavvufçulardır; Selef-i Salihin’dir.

Akli delil ile İtikad oluşturan Farabi, İbn-i Sina, Kindi, İbn-i Rüşd, Mu’tezile Kelâmcıları; Eş’ari, Maturidi kim olursa olsun; kendini Allah ve Peygamber’in yerine koymuş olur. Çünkü İman gerçekleri (İtikad) Kur’an Âyetleri, Hadis-i Şerifler ve Hadis’i Kudsi’lerle bildirilmiştir.

Hatta tasavvufçular, yukarıda adı geçen İslâm Felsefeci ve Kelâmcıları bir yana; Batı’daki Allah’ı ve Din’i savunan felsefecileri de destekler. Dehri, Materyalist Felsefeyle mücadele eden Descartes, Spinoza, Kant, Hugo, Goethe, ve Hegel’i de destekler.

Desteklemek ayrı şeydir. Hak’kı her şekilde savunmak, her dindarın görevidir. Ama onların oluşturduğu bir İtikad’ı kabul etmek (Mu’tezile, Eş’ariye, Maturidiye vb.gibi) ayrı şeydir.

Kitap ve Sünnet’le bildirilen İtikadi Gerçekleri, Ârif Evliyalar izah etmiştir. Öyleyse Tasavvufçu olan Selef’in İtikadın’dan başkası; Şii olsun, Ehl-i Sünnet olsun, Müslümanların İtikadı değildir!

Ancak Ehl-i Sünnet’in Medrese Âlimleri, Selefiye Mezhebi’ni de İtikad’da kabul etmişlerdir. Mesela biz şimdi, Eş’ari, Maturidi’ye sempati ile bakıyoruz. Fakat Onların İtikadını kabul etmeyiz. Cüz’i akıl’la yapılan İtikadı değil; biz ‘Selefi İtikadı’ kabul etmişiz. Selef-i Salihin nasıl inanmışsa; biz de öyle inanmışız. Tasavvuf erbabı nasıl inanmışsa biz de öyle inanmışız.

Tasavvufçuların (Sûfiler) Piri, İmam’ı Hasan el Basri Hazretleri’dir. O da Tasavvufu hidâyet yolunun İmamı Hazret-i Ali (K.V.) Efendimiz’den almıştır. Selef-i Salihin olan Sûfiler ve Onları destekleyen Gazali Hazretleri, Maturidiye ve Eş’ariye’nin akılcı-Mantık’çı Metotlarını reddederler; yoksa Onların hükümlerinin Kitap ve Sünnet’e ve Selef-i Salihin’in İtikadına uygun olanlarını değil. Onlar, Akıl ve Mantık Metodu’yla İtikat oluşturmanın ve bunların yargılarının çoğunun Kitap ve Sünnet’e ters olacağını savunurlar. Selef-i Salihin’in İtikad yolunu seçen büyük Ârifler, Maturidi’nin ve Eş’ari’nin her sözünü reddetmezler. Biz de bu görüşteyiz.

Tabii Şii’den de Sünni’den de Selef’in İtikad yolunu kabullenip; Ârif Tasavvufçuların yoluna giren bilginler vardır. Onların önünde üstün saygı ve sevgiyle eğilir, Onları tenzih ederim.

Şia ise genelde; Mu’tezi’lenin Kelâm âlimlerini kabul etmiştir.

Mu’tezile, ‘Allah’ın Sıfatını kabul etmez; Allah’ın Sıfatı yoktur’,der. Onun için de bir çoğu Kelâmı Kadim bilmez. “Allah görülmez; Allah ne dünyada görülür, ne de ahirette”, derler. İşte bunlar , Sıfat’a karşı olmaktandır.

Eş’ariye, “Ahirette görülür”,der.

Tasavvufçular, “kalb gözü ile bu dünyada da görülür”, derler.

Mu’tezile’nin bir kısmı da Sıfat’çı. Onlar da Müteşebbihe; tecsime, yani Cisimciler. Onlar daha ziyade, ‘İsmailiye’ Mezhebi arasında var; Batıni’ler arasında..

Şia’da da Selefin yolunda olanlar var. Yani Ehl-i Beyt’in büyüklerine bağlananlar; Evliyaullah’a tasavvufçulara, Selefin İtikadını kabul edenler(Onlara bir şey diyemeyiz).

Bütün bunlara rağmen Şia da Kelâmcı’dır.Kelâmi İtikadlara inamışlardır.

Kısaca Ehl-i Sünnet Âlimleri de Şia âlimleri de genelde Kelâmcı’dır. Kelâmda İtikad münakaşası ikisi arasında hâla devam ediyor.

Bu arada İmam-ı Gazali’ye değinmeden geçemeyeceğiz: İmam-ı Gazali Hazretleri, zamanının büyük Fıkıhçısı, Kelâmcısı ve aynı zamanda Feylezof’u. Öyle bir âlim ki; çağında kelâm, felsefe ekollerini ve Mezheplerini derinliğine incelemiş, akademik bir çalışma yapmış, büyük bir üniversitedir İmam-ı Gazali Hazretleri… Diyor ki: “Ben bu telif-tercüme kitaplara itimad edemediğimden; bizzat kaynağından araştırmak için Latince’yi öğrendim”.

İmam-ı Gazali hazretlerinin devreleri var. Büyük Felsefe Âlimi, aynı zamanda Fıkıh Âlimi olan İmam-ı Gazali Hz.’nin bir itirafı var:

Bu zat diyor ki: “İtikadi Mezheplerin hepsini aslından tetkik ettim; hepsini inceledim. Bunların hepsinde de az çok Hak gördüm. Yani tamamen bâtıl değiller. Ancak bunlarda ‘gerçeği bulan da yoktur’. Hepsi eksik, noksan geldi (Çünkü öğrendim ki; cüz’i akılla, Mantık’la bu hakikatler bilinmez. Hepsinde de çelişki var. Aynı kural ve ayrı hükümlerle O, O’nu çürütüyor, O, O’nu çürütüyor… En sonunda anladım ki; ‘yol Sûfilerin yoludur!.’ Yani Selef’in yoludur; Âriflerin yoludur. Bunlar, Kur’an’ın, Vahy’in hakikatini, Âyet’i Hadis’i cüz’i akıl’la değil, Mânevi Külli Akıl’la irtibat kurarak, Peygamberin (A.S) Ruhundan yardım alarak izah eden Âriflerdir. Asıl doğru yolu Sufiler bulmuşlardır).

Asıl Ehl-i Sünnet de bunlardır!

Zaten böyle olmasa Evliya olamazlardı. Hep bu Sûfi (Tasavvufçu) ve Ârifler, Evliya olduğuna göre; bütün bu yolları bıraktım; Kelâm’ı Felsefe’yi terk ettim ve Sûfilerin, Evliya’nın, Âriflerin yoluna girdim. Ben de o yola sülûk ettim!..”(19). Kitaplarından anlaşılan, demek istediği budur.

İmam-ı Gazali, çok büyük bir bilgin. Bu bilginin itirafı önemli! Öyle ki; İmam-ı Gazali’den sonra ikinci bir Gazali gelmemiş!Kelâm’ın, Felsefe’nin tümünü reddetmiştir! Ancak bir kişi karşı çıkmıştır.,: İbn-i Rüşd. İbn-i Rüşd’ü okuyanlar bilir; doğrudan doğruya akılcıdır. Öyle bir akılcı ki; O’na göre akılla (Mutlak Gerçek), Allah’ın Hakikatı da, Peygamberlik de bilinir; hatta Peygamberi de akılcı görür. Bu kadar ileri gitmiştir!..

Gazali İtikat’ta Eş’ariye ve Maturidi’ye tâbi olmamıştır. Akli delillerle İtikad oluşturma metodlarını kabul etmemiştir.

(19) a) El Munkızu Min ed dalal, Gazali,Cağaloğlu Yayın., İst. 1970.

b) Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebu Zehra, Gazali Bahsi. Sayfa: 210-211-212

Tasavvuf:

Yukarıda da epeyce anlatıldığı ve bilindiği gibi Tasavvuf, iman hakikatleri ile uğraşan bir kol’dur. Peygamber (a.s.) ‘ın Rûh-u Muhammedi ile temas ederek Kur’an’ı öğrenmektir.

‘Kur’an’ın Fıkıh tarafını değil; İtikad, İman tarafını..’ Mârifet-i İlâhi, Zât - Sıfat-ı İlâhi, Ef’alini, Âsarını, Kader, Ruh, Melek ve Seyr-i Sülûk’ü (İnsanın Ruhunun tekâsüf, yani kesif- yoğun âlemden, letif-güzel âleme geçişi.) öğrenmektir.

Peygamber (A.S.) Tasavvuf’u Hz. Aliyyel Mürteza Efendimize ve Ebubekr-i Sıddık Efendimi’ze vermiştir. Tasavvuf tarihi bunu şahididir.

Tasavvuf’ta bir de ‘Mârifet’ ve ‘Aşk’ meselesi vardır.

Üstadlar, kendililerine bağlanan insanların bir kısmını aşk’la, bir kısmını da Mârifet’le Ruhlarını parlatıp tekrar Rab’larına kavuşmalarını sağlarlar. Fenâfi Resûl, Fenâfillah, Bakâbillah sırlarına kavuşturup, İman Hakikatlerine Ârif kılarlar. Yani “Men araf” ı öğretirler:

“Men arefe nefsehu, kad arefe Rabbehu - Nefsini(Kendini) bilen, Rabbını bilir..”(20)

Tasavvuf, Peygamber (A.S)’ın kendisinde mevcut! Kur’an-ı Kerim’de de mevcut (vardır)! Çünkü Tasavvuf, İman ve İrfan meselesidir. Peygamber’in (A.S) bütün meselesi zaten; Allah’a İman ve İrfan’ı arttırmaktır.

Peygamber(A.S) en büyük Ârif’tir; Hocayı Kâinat’tır. Bu, Enbiyalarda da var. Meleğin hakikati, Ruhun hakikati, Nübüvvet, Velâyet, Risâlet, Vahy’in Kelâm’ın hakikati, Zât-ı akdes, Allah’ın Kadimliği, Allah’ın Kelâmı, Allah’ın Sıfatları, Allah’ın Esma-i Hüsna’sı… Tasavvuf budur işte.

Tasavvuf, sonradan çıkan bir şey değildir!

Peygamber (A.S.) bunu Şah-ı Velâyet’e ve Ebubekr-i Sıddık Efendilerimize öğretmiş, onları yetiştirmiştir. Bu iki büyük zât, Peygamberimizin iki büyük kapısıdır. Öbür Ashaplardan da istidatlı (yetenekli) olanlara öğretmiştir.

Öbür Ashaplardan da gelen kollar varsa da sonradan ya unutulmuş, ya inkıtaa (kesintiye) uğramış; ama Hz.Ali ve Hz Ebubekir’deki Tasavvuf devam etmektedir. Çünkü Mârifet son bulmaz!

Bazıları der ki Tasavvuf ‘Keşf’dir… Tasavvuf, yalnızca bir hal değildir. Tasavvuf’ta Ruh, Peygamber’e (A.S) ve Allah’a kavuştuğu zaman, Allah ve Resûlünden ilim öğretilir. İman hakikatleri; hakiki İtikad öğretilir. Hak’kel yakîn İman öğretilir.

Abdulkadir-i Geylâni’nin, Rufai Hazretlerinin, Muhyiddin-i Arabi, Maktul Suhreverdi, Mevlâna’nın, Hacı Bektaş’ın, Yunus’un, Şeyh Hasan-ı Şazıli’nin, Bedevi, Dusuki Hazretlerinin, Ahmet Yesevi’nin, Muhammed Bahaeddin, Ahmed Faruk-u Serhindi Hazretleri, Gazali Hz.’leri ve benzeri zatların eserleri okunduğu zaman Tasavvuf’un bizzat Peygamberlerde, Aleyhisselat Efendimizde, Âl-i Aba’da, Hulefa-i Raşidin (Dört Halife)’de, On İki Ehl-i Beyt İmamı’nda, büyük zatlarda; Hasan El Basri’de, Cüneyd-i Bağdadi’de, Maruf-u Kerhi’de, Sırri Sekati’de olduğu görülür.

Hasan El Basri Efendimiz, Hz. Ali Efendimizin talebesidir. Bizzat O’ndan Mânevi Hilafet almıştır.

Tasavvuf, Mârifetullah ve Aşkullah’dır. İki tecellisi var. Talibin İstidadına (dileyenin yeteneğine) göre ya O Aşk’la, ya da Mârifetle Allah’a kavuşturulur.

Bir Tasavvuf şairimiz şöyle diyor:

“Savm-ı Selat ile sanma biter işin senin,

Meğer Salike vuslat, Zikr ile İrfan imiş…”

Allah,

“Beni çok zikredin.” diyor. Tasavvuf, Allah’ı çok çok, gayet çok çok, kesir kesir zikretmektir. Zikir Aşk’tır; Aşk’ı doğurur.

Bismillahirrahmanirrahim:

“Yâ eyyühellezine âmenüzkürûllahe zikren kesira – Ey İman edenler! Allah’ı çok çok zikredin!...”(Ahzab-41).

“Vezkürûllahe kesiren lealleküm tüflihun - Allah’ı çok zikredin ki; kurtulasınız”.(Cuma-10)

“Elâ bizikrillahi tatmeinnil külûb - Ayık olun! Allah’ın zikri, kalpleri yerine oturtur.”. (Râd-28)

Bakınız! Kalp ne ile oturmuş yerine?.. Zikrullah ile!..Yerine oturmayan Kalp n’oldu?..Olmadı!..

“Fezkürûni ezkürküm – Beni zikredin ki! Ben de sizi zikredeyim”. (Bakara-152). Yani beni anın! Beni çağırın! Anlamlı. Anlamsız değil; şuurlu biçimde.

“Efdeli zikri Lâ ilâhe İllallah – Zikr’in efdeli, Lâ ilâhe İllallah’dır.(Allah’tan başka ilâh yoktur)”.(21)

Allahu Taâla,

“Fezkür isme Rabbike - Rabbı’nın ismini zikret!”(Müzemmil-8), buyurur.

“Ya Muhammed! Allah’ı tesbih et!” (Ahzab-42).

Bütün Peygamberlere de emir var; Resûlüllah Efendimize de, Mü’minlere de emir var.

“Vele zikrullahi ekber - Allah’ın zikri en büyüktür; En büyük şey, Allah’ın zikridir”.(Ankebut - 45)

Selât; ‘dua, yalvarma’ anlamınadır. Ayrıca; İbadet, Rükû, Secde Âyetleri de var. Bu konuda Allah ne buyuruyor?..

“ Ve akimüsselâte, innesselâte, tenha ani’l fehşai ve’l münker – Selât’a ikame edin; Selât’a yönelin. Yani namazınızı kılın! Namaz insanı kötülüklerden, fuhuştan, münkerden alıkor”.(Ankebut-45).

Ama Âyet’in sonunda ne buyuruyor?..

”Vele zikrullahi ekber - Allah’ın zikri ise ‘en büyük’tür!..”

Zikir, kalbi yerine oturtturacaktır.

“ Zikri ise” diyerek; zikri, Selat’tan ayrı kılıp; en büyük şeyin Zikir olduğunu buyuruyor, Rabbımız Allah.

(20) Binbir hadis, Şemsettin YEŞİL, 1983, İst. S.212 ve diğerleri.

(21) Cabir (r.a)’den; Tirmizi, Riyazü’s- salihin, Diy. İşl. Bşk. Yayınları 1976, 3.cilt, S. 39.

Ayrıca; İbn-i Mâce, Sünen C.2, S. 1249.

Zikir, İman’la ilgilidir. Önce ‘Allah’ denilecek ki; sonra Namaz kılına. Allah’ı zikretmeden Namaz olmaz.

“Allahu ekber- Allah en büyüktür”, demek; Allahu Taâla’yı büyüklemektir.

“ Ya Muhammed! Sabah akşam beni zikret!” (Âraf-205)

“ Sabah akşam beni tesbih et!” (Tâ-hâ-130).

“ Beni çok çok zikredin!”(Ahzab-41).

“ Rabbinin ismini zikret! (İnsan-25, Müzemmil-8).

Bu konuda sürekli Âyetler vardır. Yüzün üzerinde “Allah’ın beni zikredin!”, diye emri vardır. Ve Allah’ı Zikretmek, Allah’ı çağırmak; Allah’ın mübarek ism-i Zât’ı: ‘Allah ve diğer Esma-i Hüsna’sı (Rahman, Rahim, Hay, Kayyum, Kuddus ve bir çoğu …) Kur’an’da yer alan bu Esma’ların 99’unu Aleyhiselât Efendimiz bildirdi.(22)

“ Kulid’ullahe evid’urrahman eyyen mâ ted’û felehu’l esmâ-ül Hüsna - Allah diye çağır; Rahman diye çağır. Hangi güzel ismiyle çağırırsan, hep güzel isim Allah’ındır, O’nundur.” (İsra-110).

“ Allahu Lâilahe İlla hû lehü’l esma-ül Hüsna - O Allah ki; O’ndan başka ilâh yoktur ve bütün güzel adlar(sıfatlar) O’nundur”. (Tâ-hâ-8)

“Felillahi’l esma-il hüsna-Güzel isimler Allah’ındır”. (Âraf-180)

Başta İsm-i Zât, İsm-i Celâl dediğimiz, İsm-i âzam olan “ALLAH..”

“Vezkürisme Rabbike - Rabbi’nin ismini zikret!” Âyetine göre; önce andığımız (Rabbımızın ismi) Allah Hû (Hû, O demektir. Zât-ı Akdes olan Allah’ın zamir’i – kendi’dir.) ve Esma-i Hüsna (Güzel isimleri) ile Allah’ı çağıracaksınız ki; kalp mütmein olsun!..

Ne diyordu:

“Gönül âyinesin Sûfi (Tasavvufçu),

Eğer eder isen sâfi,

Açılır sana bir kapi,

Âyan olur Cemalullah!.. ”

Çünkü bu kalp, Allah’ın zikri ile çarpar; Allah’ı zikreder. Bütün mesele bu zikri kalbe indirmektir. Yani bu; damağın, dudağın da zikri değil! Gerçi dil’le de gizli olarak da çekilmesi caizdir. Fakat muhakkak kalp tasdik edecek; Kalb’e inecek ve kalp titreyecek. Zaten Bismillah,

“ İza zükirullahü vecilet külûbuhüm - Allah zikrolunduğunda Mü’minlerin kalbi çarpar, titrer(Yani Onların kalbi de ‘Allah’ der)”.(Enfal-2, Hac-35)

“ Onlar, Allah’ın zikrine dalarlar”. (Hadid-16).

Âyetleri var. Allah’ın zikrine kalbi katı olanlara, “ Kalbi marazdır”, buyuruyor Allah.

Şeytan için de :

“ Şeytan sizi Namaz kılmaktan, Zikir’den engellemek için size şarap içirir, kumar oynatır”, (Maide - 90,91) buyuruyor, Hz.Allah.

(22) Hz.Muhammed ve İslâmiyet, M.Âsım Köksal, C.11, S. 365 - 367.İst.1982

Bu önemli! Ne için şarap içirir, kumar oynatır?.. Aranıza düşmanlık koysun; sizi Allah’ın ve Selât-Namaz’a kalkmaktan alıkoysun, engellesin diye. Bu Âyette,

“ An zikrillahi ve ikamisselâte –Sizi Allah’ın Zikrinden ve Namaza kalkmaktan alıkor (Şeytan).

Şeytan’ın sevmediği bir şey vardır; O da Allah’ı zikretmek!.. Biri Allah’ı ve Esmâ-i Hüsna’sını zikretmeye; ‘Allah! Allah!, Lâ ilâhe illallah’ demeye başlayınca, Şeytan kaçar!.. Ondan sonra, Peygamber’i (A.S.), Âdem’i, Enbiyaları ve Peygambere Selâvat okuyanları sevmez. Çünkü o, Hz.Muhammed’in Ruhu’nun Âdem’in düşmanıdır. Allah, Kur’an’da açıkça buyuruyor:

“Şeytan, sizin düşmanınızdır. Şeytan’dan Allah’a sığın! ”(Araf-22, Fussilet-36).

Tarikat, Velâyet, Seyr-i Sülûk namları altında Peygamber (A.S.) bu yolu Ümmetine bırakmıştır. Bunun de sebebini yukarıdaki bahislerde açıkladık. Enbiyaların zamanında bu yok idi. Sebebi de; var idi, ancak o zamanki Peygamberin ashabına aitti. O vefat edince, Allah bir Peygamber daha yaratırdı. Ama bizim Peygamber(A.S), ‘Hatemennebiyyin’ olduğuna göre; bu konuda Âyet de var:

“Velâkin Resûlullahi ve hatemennebiyyin - Fakat Allah’ın Resûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur”. (Ahzab-40)

O’ndan sonra ne olacak? Mâneviyat yolu kapandı mı?.. Yok, kapanmaz. Ruh-u Muhammedi ‘Hay (Diri)’dir. Ruh-u Âzam’dır. Ruhların babasıdır…

Efendimiz, iki cihanın Güneşi… Şimdi O ışık devam edecek; Allah’ın Ruhu ölmez. O’nun Tasavvuf’u, Ümmeti mahrum (yoksun) olmasın diye kıyamet’e kadar devam edecek. Daha Peygamber gelmeyeceği için bu Velâyet Yolu’nu; ‘Velâyet-i Muhammedi’ye Yolu’nu açmıştır. Nitekim bu konuda Hadis de var:

“Ben Allah’ın Velâyetini taşırım, Ali de benim Velâyetimi taşır”.(23)

Yani ben Velâyetullah’ı taşırım. İmam-ı Ali (k.v)’ de, Velâyet-i Muhammedi’yi taşır. Velâyet-i Muhamedi’den, Ebubekir’i Sıddık Efendimiz başta olmak üzere, Hulefa-i Raşidin ve Ashab’ın büyükleri de müstefid (faydalanma) olmuştur. Onlar, ayrıca Peygamberi görme şerefine de nail olmuşlardır. Ashab-ı Kiram’ın içerisinde de Ümmi’ler, Ârif’ler arasından ‘Seyr-ü Sülûk yapanlar vardı.’ Fakat ilerileri de mübtedileri de (başlangıçtakiler) vardı. Mesela, İlk Ashab ve son Ashab bir olamazdı. Ama bazen olur ki; son gelen, öncekilerden bir kısmını da geçer. Veysel Karani Efendimiz, Peygamberi görmediği halde; O’nun Ruhuna Rabıta edip irşâd oldu. O’nu Efendimizin (A.S.) Ruhu irşâd etti.

(23) Binbir Hadis, Şemseddin Yeşil. S. 181. İst. 1983.

Hz.Ali ve Hz.Ebubekir Efendilerimizin kollarının yanı sıra bir de ‘Veysi’lik’ vardır. Onu da söylemiş olduk.

İrfan, Mârifetullah, Metafizik gerçekleri; Ruh, Melek, Âhiret, Nübüvvet, Velâyet, Allah’ın Zâtı, Sıfatı, Ef’alı, Esma-i Hüsna’sı… Bunları taarruf etmek; ilim etmek, yani bunları öğrenmek… Bu nasıl öğrenilecek?.. Akılla değil derken (akıl da Ruhun bir Şubesidir); cüz’i akıl’la öğrenilmez, diyoruz. Cüz’i aklın, Kudsi bir Ruh, yani bir Enbiya’nın, Evliya’nın Ruhu ile irtibata geçerek (eğer Mârifet nasibi de varsa), Bu İman Hakikatlerini öğrenmek. Asıl İman hakikati budur. Yani Âriflerin, Enbiyaların, Evliyâların dediğidir.

Tasavvuf, Mârifet demektir. Gerçek İrfan, hakikat olan İman gerçekleri, yani ‘Amentü Umdeleri’ne irfandır. Bu irfan, Mârifetullah, Metafizik, gerçeklerin özetlendiği alana “Tasavvuf” diyorlar.

Tasavvuf, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünet-i Nebevi’de mevcuttur.

Tasavvuf da mevcuttur, Fıkıh da mevcuttur. Ve bunu en iyi bilen de ; Şah-ı Velâyet Hz.Ali’dir. O’ndan sonra Ashab’ın büyükleri ve O yolda yürüyen Hulefa-i Raşidin, Aşere-i Mübeşşere, On iki Ehl-i Beyt İmamı, Hasan el Basri; ayrıca her iki kolla, Veysilik’te yetişmiş büyük Âriflerdir. En başta da büyük Tasavvufçu Abdulkadir Geylâni, Rufai Hazretleridir. Muhyiddin-i Arabi, Ahmed Faruk-u Serhindi, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Âşık Paşa, Şeyh Cemali Halveti… gibi zatları sayabiliriz.

Anadolu İslâm Türk Tasavvufu hakikati çok mühimdir. Niyazi Mısri, Seyyid Nesimi, Seyyid Nizamoğlu, Eşrefoğlu Rumi’nin Divan’ları okunduğu zaman; birçok hakikatler öğrenilir.

Yani Tasavvuf ve Fıkıh, Kur’an-ı Hakim’de ve Sünnet’i Nebi’de mevcutur. Bunun izahı da Ehl-i Beyt’e bırakılmıştır. Ehl-i Beyt’ten maksadımız bilhassa Şah-ı Velayet ki; O’nun için Peygamber (A.S.), “İlmin kapısıdır”, (24) buyurur. Mânevi ilimlerin en çoğunu O bilir.

Peygamberimizin; Hz.Ali’nin ve Hz.Ebubekir’in öğrettiği Ashab’lardan da bilenler var. Mesela, Selman-ı Farisi, Hz. Ebubekir’den Mânevi icazet almıştır. Hasan el Basri, Hz.Ali’den almıştır. Burayı bu kadar söylemekle yetinelim.

Tasavvuf, İrfan demektir. Yani İman Hakikatlerini öğrenme yoludur. Ruh’un hem Allah’a kavuşması, hem de İman Hakikatlerini öğrenmek, hem de Allah’ı sevmek; Aşk…

Tasavvuf’u; yünden elbise yani sof giydiklerinden; Ashab-ı Suffa’ya bağlayanlar var. Tasavvuf, tarihinde çeşitli tarifleri olmakla birlikte; en güzelini, hakikatini, doğrusunu, Seyyid Abdulkadir Geylâni Hazretleri Efendimiz buyurmuş: (Sırrül Esrâr adlı kitabında yazılı, isteyen bakabilir).(25)

(24) İbn-i Abbas’dan; Tirmizi, Sahih C.2, S. 399.

Süyuti, Camiussağir, C.1, S.108.

Ayrıca Nişaburi, Münavi, Taberi, Hatib-i Bağdadi rivayet etmişlerdir.

(25) Sırr’ül Esrar, Abdulkadir Geylâni, Terc. Abdulkadir Akçiçek, S. 60-61, İst. 1968.

Tasavvuf’un bir kelime anlamı yoktur. Tasavvuf, Evliya, Ârifler arasında bir ‘şifre’dir. Ta, Sad, Vav ve Fa harflerinin bir araya gelmesinden doğan bir kelime, sözcüktür: Ta-Sa-Vav-Fa= Tasavvuf

T, Tevbe.

Tevbe’nin ‘T’ harfi.

Âriflerin deyişi ile; Peygamber (A.S)’in hakikati, Mâneviyatı, İrfan Yolu’nun Başlangıcı ‘Tevbe’dir. Tevbe etmek dille değil; ‘Estağfurullah’ demeye de benzemez. Estağfurullah, “beni bağışla, beni sil, günahımı sil”, demektir.

Tevbe, bir nevi inabe’dir.

“Tûbu ilallah – Allah’a inabe edin. Yani Allah’a dönün!.. (Nur-31).

“ Ben sana döndüm Ya Rabbi! Şeytanı bıraktım, her şeyi terk ettim, Sana yöneldim. Artık Sana tâbi oldum”, demektir. Ki bu Biat;Peygamber (A.S.) ‘ın şahsında ve O’na bağlı yetişmiş, Hz.Ali, Hz.Ebubekir ve emsali (benzeri) zatların birine olacaktır. Çünkü Bismillah,

“ Kül in küntüm tuhibbunellahe fettebiûni - De ki Ya Muhammed! Allah’ı seviyorsanız (Allah’ı seviyorlarsa; Allah’ı sevenler) bana Biat etsin (bana bağlansın, kalben bana teslim olsun). (Âl-i İmran-31)

Buradaki ‘itaat’da değil; ‘biat’ ayrı, itaat ayrı! Mesela,

“Men yutiurresûle fekad ataallah - Kim Resûl’e itaat ederse, Allah’a itaat eder”. (Nisa-80)

Ama,

“Kim Resululllah’a biat ederse; Allah’a biat etmiştir “ .(Fetih-10) Âyeti de vardır: Bismillah,

İnellezine yübayiûneke innema yübayiunallah, Yedullahi fevka eydihim - Sana biat edenler Ya Muhammed! Ancak Allah’a biat etmiştir" (doğrudan doğruya Bana bağlandı. Çünkü Sen Benim Peygamberimsin, Benim Kutsi Ruhum Sende, yeryüzünde Sen Benim adamımsın, Elçimsin, Nebimsin, Sevdiğim, İtimad ettiğim, sadakatine inandığım; bir beşersin ama Peygamberimsin. Sende çok yüksek Allah’ın Ruhu var), diye tefsir edilir.

Aynı Âyet devam eder:

“Yedullahi fevka eydihim - Ve Allah’ın eli de Onların elinin üstündedir”.

Bakınız bu çok önemlidir! Allah hepimize nasip etsin. Kim Hz.Muhammed’e biat ederse Allah’a biat etmiş olur. Ve “Allah’ın eli-Yedullahi” ki; Nur’dur. Beşeri bir el değil, Kudret eli..”Fevka eydihim-Onların eli’nin üstündedir!” Yani, ‘Ben Onların elini tuttum, Onlar da Benim elimi,!..Yani elimiz “Hak” la kaynadı.

Bazıları itaat ediyor. İtaatı herkes eder; korkusundan da eder. Ama ‘biat Kalbi’dir. Fakat bu elle de olacak. Nitekim Ashab’ın zamanında da biat Âyeti geldiğinde; Ashabı-ı Kiram tek tek yeniden Resulullah Efendimize biat ettiler.

Biz de şimdi o biat’ı tekrarlayacağız. İnsan-ı Kâmil’i bulduğumuzda; O’na Resûlullah’ın Vârisi olarak, Resûlullah adına biat ediyoruz.

Biat gereğince anlatıldı. İtaat’e gelince; İtaat emirleri tutmaktır. Bir yerde Münafık da emirleri tutar. Mervan da emirleri tutuyordu. Mesela, bir Müslüman Fransa’ya, Belçika’ya, ya da İngiltere’ye, Almanya’ya gitse; Onların kanunlarına itaat etmeyecek mi?.. Mecburen edecek!. Etmezse ya ihraç edilir-kovulur, ya da hapsedilir. Ama kalben Gayrimüslim’lerin devletine, kralına, Devlet Başkanı’na biat eder mi? Etmez!.. İslâm inancına göre biat etmesi caiz değildir.

Biat ayrı, itaat ayrıdır. İslâm cemaatinde de öyle. İtaat ediyor, Namaz kılıyor, Oruç tutuyor ama acaba samimi mi, değil mi?.. İşte samimi olup-olmadığı, biat’ta ya da biatıyla anlaşılır. Kimin biat edip - etmediğini de Rabb’ül Âlemin bilir. Biz kimsenin kalbiyle uğraşmayız. Bu bizim haddimiz değildir. Yalnızca biz: ‘İtaat ve Biat Âyetinin varolduğu gerçeğini’ söylüyoruz. Buraya biraz açıklık getirmek istedik.

Allah kimseyi münkir, münafıklardan etmesin! Riya’dan bizi korusun! Biz herkese hüsn-ü zan (İyimserlik) ederiz. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, deyince öbür tarafına karışmayız. Yalnız gerçekleri, Allah’ın emrini konuşuruz; Tebliğini elimizden geldiği kadar biz de açıklarız. Açıklamak, her bilenin görevidir. Çünkü Allah’u Taâla,

“Kur’an’dan hepiniz mes’ulsunuz” (Zuhruf - 44),

buyuruyor.

Yani biz mes’ul tutulacağız. Sonradan sorulacak (Doğrusunu neden söylemedin? Kur’an’ı neden müdafaa etmedin? Kur’an’ın gerçeğini söylemedin veya O’nu neden korumadın... gibi). Allah bizi samimiyetle Kur’an’ı koruyandan, Kur’an’ı konuşandan eyleye.

Seyyid Abdülkâdir Geylâni hazretleri Tasavvuf açıklamasına devamla; ondan sonra

“ Sad” gelir, buyuruyor.

Sad, Evliyaallah arasında ‘Sâfiyet’ anlamınadır.

Bir kul tevbe ettikten sonra Allah’ı zikreder, Namaz kılar, ibadet eder, Oruç tutar, nefsiyle mücadele (cihad-ı kebir - büyük cihad yapar) eder, hayır yapar, Zekât verir, Sadaka verir, İnfak eder, Kurban keser… İşi gücü hayır’da yarışmadır. Allah’da buyurur zaten:

“ Hayırda yarışın!..” (Maide - 48)

Kendini Allah’a adar-bağlar ve bu ibadetlerin sonunda; O’nun kalbi, fikri, ‘Saf’ olur. Pâk olur. Yani Sâf-ı müseffa, mücella-ayna gibi olur. Orada artık “Allah tecelli eder”. O’nun kalbine de sekineler inzal olur. Bismillah,

“Hüvellezi enzele sekinete fi kulûbi’l mü’minine liyezdadû imânen maa imanihim - O Allah (Hu), Mü’minlerin kalbine sekinesini inzal eder..” (Fetih-4)

Bakınız, demek ki; Mü’minlerin kalbine de bir şey inzal oluyor. Peygamber’e ‘Vahiy’ geliyor; aynı zamanda ‘sekine’si geliyor; Bize de sekine’si..

‘Sekine’, Allah’tan gelen; kalplere bir sükûn, bir huzur, bir itminan (Doymak), ferahlık veren bir Nur’dur. Nur geliyor ki; ferahlık oluyor. Nur olmayan kalpte ferahlık olmaz. İtminan (Tatmin Olmak) olmaz.

Bu Âyet-i Celile devamla; “Ve Onların İmanını bir iman ile artırır”, buyurur. Demek ki; ‘Allah’tan bir kalbe; her tecelli, inzal, sekine, huzur, Nur, Ruh geldikçe O’nun imanı artıyor.

Bazıları İman’ın artmadığını söylerler; İman artar! Bir ‘cahille, bir Ârif’in imanı’ bir olur mu? O, O’ndan kâmil. Âyet de var:

“Liyazdadu imanen maa imanihim- Onların imanı bir iman ile ziyadeleşir”. (Aynı Âyet).

Her Sekine’deki Nur, Nur’u artırır. Çünkü iman da Nur’dur. Şeksiz, şüphesiz, pervasız inanır. Denebilir ki; “Efendim! O şekli’mi?.. ”Şek-şüphesi yok ama; ‘vesvese’ getiriyor. O’na Şeytan ‘vesvese’ veriyor. İman-ı Kâmil‘e (Olgun İnsana) vesvese kâr etmez!.. O’nun kalbi deniz gibi olur.

Saf oldu!..

Ondan sonra buyuruyor mübarek; ‘Vav’ gelir.

“Vav (V), Velâyettir”.

Kalbi sâf olanın kalbine bu Sekine’ler, bu Nur’lar tecelli eder. Allah’ın Mânevi hakikatlerini Kalp-Ruh gözüyle görmeye başlar. Ruh Kudsi’leşir; Allah’a yaklaşır. Allah’a yaklaşınca; Allah’ın dostu olur;

‘Veli’ olur!..

Ta, Sad’dan sonra ‘Vav’ geliyor. Vav, Velâyet’tir. Artık O Allah’ın Velisi’dir. Dostu’dur, Evliyâsı’dır. Zaten ileri Mü’minler, Allah’ın dostudur. Allah bizim dostumuz. İnşallah biz de iyi çalışırsak O’nun dostu oluruz; dostluğunu kazanırız.

Ondan sonra buyurur.

“ Fa, Fâni olmak “.

Velayet’in sonu (Kemâli, Kâmilliği) ‘Fâni’ olmak.

Allah’ın zâtında, Fâni olup; eriyip yok olup gitmek.. Benliğinden bittamam (Tamamen) çıkmak. Artık;

“Feeynema tüvellu fesemma Vechullah - hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın yüzü o taraftadır”. (Bakara - 115)

O Veli (Allah’ın dostu), öyle bir hale geliyor ki; hangi tarafa baksa Allah’ın yüzünü orada görüyor. Bu görüş Ruh Gözü’yle; dünya gözüyle değil! Yalnız dünya gözüyle gören Efendimiz (A.S.)’dir. Enbiyalar dahi bu maddi gözle görmemiş…

‘Mirac’da Efendimi’ze (A.S.V.), Allah Vech’ini göstermiştir. Buna hepimiz kesin inanıyoruz. Zaten Sûre-i Necm’de bu açıklanmıştır. (26) Ama Enbiyalar, Evliyalar; Ruh, Kalb gözüyle görür. Peygamberimiz de (A.S.V) bu konuda; “Biz ve bize uyanlar, basiret üzereyiz. Yani illa görürüz”, buyurur.

Böylece Tasavvuf’un tanımı tamamlandı:

Ta tevbe. Başta tevbe. Tevbe olmadan diğerlerine geçilmez. Tevbe edip

Allah’a dönülecek.

Sad Sâfiyet. Sâfiyet-i Kalbiye, Rûhiye, Fikriye. İman ile amel-i Salih...

Zikir bunu yapıyor!

Vav Velâyet. Allah’ın dostluğunu kazanıyor.

Fa Fenâ. Velâyet’in Kemâli Fena oluyor. Tamamen, yüzde yüz Fânifillah oluyor.

‘Fânifillah’ın ardı da ‘Bakâbillah’dır. Bu da Tasavvuf meselelerindendir. Bir buz denizde yok olursa ne olur?.. Artık buz kalmadı!.. Zaten‘Tevhid’de ikilik yoktur. Burada ne demek istediğimizi anlayan anlasın!. Bir kalıp buzu (diyelim Mersin’de ) sıcak denize attık; beş dakika sonra bulamazsınız! Bu öyle bir Fenâ’dır ki; artık ‘denizde bekâ bulmuştur’. Yani Hû’laşmıştır. Burası sır!..

İşte ‘Gerçek Vuslat’ da budur!

Vuslat’ta iki şey yoktur; Vuslat’ta bir şey vardır: Allah!..

Kul yok olur. Sanki yaratılmamış gibi olur.. Oradan ötesini ancak Peygamberimiz bilir. Bu sırrı bilen Ârifler olmakla birlikte; tam hakikatini Efendimize (A.S) vermiştir. Çünkü bütün Ruhların babasıdır. O güçlüdür; yani Güneş’tir. O kadar Nur’u ancak Güneş kavrar. Yıldız, Ay, diğerleri kavrayamaz.

Bundan sonra en çok bilen; Hz.Ali, Evlatları, Hz.Ebubekir, Hz.Ömer-ül Faruk, Osman-ı Zinnureyn, Aşere-i Mübeşşerre, On iki Ehl-i Beyt İmamı, Piranlar, cümle Evliyâlar ve Evliyâlar da derece derece…

“Ûtul ilme derecât - Derece derece ilim verilmiştir”. (Mücadele-11)

Yine bu Âyet’te;

“Yerfeillahullezine âmenu minkum - Siz Mü’min’lerden bazısını yücelttim”, buyurur.

Mesela Hz.Ali’ye ilim verdi, yüceltti, Hz.Ebubekir’i mağarada irşâd etti, yüceltti. ‘Sizin içinizde, Râfi (Yüksek) olanlar var’ buyurdu:

“Verefâna leke zikrek - Senin zikrini râfi kıldım: Seni yücelttim” (İnşirah -4)

Tasavvuf’un hakikatte (gerçekte) kelime anlamı yoktur. Ashab-ı Suffa’dan, suf giydikleri için ki Peygamber’in Ashab-ı Suffa’sı Mâneviyatçıdır. Daima işleri Zikir, Tesbih, az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak gibi… Kendilerini Allah’a vermişlerdir. Ve Onlar biraz da ‘Rical-i Gaybi’dir (Metafizikçi insanlardır).

Ashab’dan, Hulefa-i Raşidin ve ileri gelenler de; açıktan açığa Mâneviyatçılardır!.

Tasavvuf’un kelime anlamı yok dedik.. Evliyalar, Ârifler, (Allah’a tam ârif; ârif-i billah olanlar) böyle bir şifre kullanmışlardır. Tasavvuf: tevbe yolu, zikredip, ibadet edip; Sâf olma yolu. Ondan sonra da; Fâni olmak. Benlikten kurtulup, ikilikten kurtulup; Tevhid’in sırrına ermek (buna Sırr-ı Vahdet de denir)(27)

Allah hepimize nasip eyleye!.. Bu vahdet şarabını hepimize içire. Bezm-i Ezel’de (başlangıçta) içirdi; bir daha içirip kurtara bizi!

İşte kardeşlerim! Tasavvuf bir denizdir; ardı-arkası gelmez… Tasavvuf sonradan çıkmış değil! Kur’an-ı Hakim’de mevcuttur! Çünkü ‘Tevbe, Sâfiyet, Velâyet, Fâniyet, Mârifet, Aşk, Zikir’ konuları, Kur’an-ı Kerim’de hepsi yazılıdır; mevcuttur. Sünnet’te de bunların hepsi vardır.

Tasavvuf aşırı bir Allah sevgisine dayanır.

Kur’an-ı Kerim’de hepsi yazılıdır; mevcuttur. Sünnet’te de bunların hepsi mevcuttur.

Kur’an-ı Kerim bunu açıkladı:

“Kül inküntüm tühibbunallahe fettebiûni - De! Allah’ı seviyorsanız bana biat edin”. Hatta, “Yuhbibkumullah – Allah da sizi sevsin, sizi seve…” Bakınız, “Veyeğfirleküm zünûbeküm - (Bana bağlanın ki) günahınızı bağışlaya”. (Âl-i İmran -31).

Demek ki muhabbet şart !.. Kul Allah’ı sevecek ki; Allah da kulu seve.

Zaten Allah,

“Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü li yüraf - Ben gizli bir Haziney’dim, bilinmekliğe muhabbet ettim (sevdim)”,(Hadis-i Kutsi) buyurur.

Demek ki; sebebi halk da (Varoluşun nedeni); Rabbü’l Âlemin’in Zâtında mevcut olan; ‘Muhabbet, Mevedded Sıfatı, Muhib, Vedud Esmalarıdır. Muhib, seven demek. Habib - Mahbub, Sevilen. Vedud da seven, sevilen, sevgi, sevgi veren anlamınadır. Bütün bunlar, Esma-i Hüsna’nın anlamında vardır. Bu sevgi; Resulullah ve Ehl-i Beyt’ini sevmekten ve biat’dan geçer.

Allah bizi, Alim, Hâkim, Vedud , Muhib, Hâdi, Rahman, Müstekim isimlerine mahzar ede!..

Hakiki Tasavvufçuların; Ehl-i Sünnet olsun, Şia olsun hakikatte İtikatlları işte budur ve bu birdir, değişmez. Bazı Evliyaallah arasında bazı şeyler var; onlar nüans farklarıdır. Cümle Tasavvufçuların söylediğinin içeriği birdir!

Allah bu Evliyaallah’ın, Ehl-i Beyt’in, Ashab’ın, On iki Ehl-i Beyt İmâmı Efendilerimizin, Dört büyük Gavsullah’ın Ârifler ve Evliyaların yolundan bizi ayırmaya!..

Biz Onlara inanmışız, biat etmişiz; Müslüman’ız, Mâneviyata inanıyoruz, Metafiziğe, Ruha, Meleğe, Allah’ın Hakikatine inanıyoruz. Eğer bu saydıklarımız olmasaydı; o zaman peygamberler sadece bir Fıkıhçı, bir hukukçu olurlardı.

Halbuki öyle değil; “Din metafiziktir, Gayba İman’dır”.

Metafizik gerçekleri bilmeyen, Metafizik gerçeklere inanmayan Mü’min değil, Müslüman’dır. Yani İslâmın zahiri kuvvetine teslim olmuştur. Biz burada Müslüman’ı teslim olmuş mânada kullanıyoruz.

Son söz; İtikad’da (ki buna Tasavvuf diyoruz), Fıkıh da Kur’an-ı Hakim’de ve Sünnet-i Nebevi’de mevcuttur. Peygamber (a.s.v.) bunun en büyük izahçısıdır (açıklayıcı). En büyük Ârif’dir. O’ndan sonra Ehl-i Beyt, Hulefa-ı Raşidin, Ashab’ın büyükleri ve On iki Ehl-i Beyt İmamı, Evliya, Ârifler bilir. Bunların yolunda gidenler de bunu öğrenir. En azından biz, bunların inandıkları gibi inanmaya mecburuz. İşte gerçek Selefilik budur! Selef-i Salih’in (r.a.) yolu.

Sallu ala Resûlina Muhammed, Sallu ala Habibina Muhammed, Sallu ala Şefiina Muhammed, Sad Salli Mürşidina Şâh-ı Velâyet. Allahümme Salli ala Seyidina Muhammed’in ve ala Âlihi ve Ashabihi ve sellim…

“Lâ feta illa Ali, La seyfe illa Zülfikar – Ali gibi er, Zülfikar gibi kılıç yoktur!..” (28) Sadake Resûlullah.

Yüce Rabbımız Allah; bizi, Dinimizi, Şah-i Merdan ve Zülfikar’ı ile esirgeye! Şarktan garbe cümle Müslümanlara hakiki imanı, İslâm kardeşlerinin birbirlerine sevgiyi vere!..

İkilikten, tefrikadan, fesaddan, anarşiden, cehâletten, gafletten, birbirimizi yemekten bizi koru Ya Rabbi!..

Bize nusret (yardım ) eyle ya Rabbi, kâfirler üzerine!(Bakara -286)

“Allahu maana - Allah bizimledir; Mü’minler iledir”.(Tevbe -40)

Allah bizim Velimizdir. Resulullah Efendimiz de bizim Velimizdir. Hazret-i Ali de bizim Velimizdir. Hazret-i Ebubekir de, Ashablar da, Evliyâlar da gerçek Mü’minler de bizim Velilerimiz, dostlarımızdır. Allah, Onların hepsinden râzı olsun!..

(28) İslâm Tarihi, Hz.Muhammed ve İslâmiyet, M. Asım Köksal, C. 3, S. 117.

Kaynaklar: İbn-i İshak, İbn-i Hişam-Sire, C. 3-4, S.100.

Taberi-Tarih, C.3, S.17.

İbn-i Esir, El Kâmil, C.2, S.74.

Paylaş: