Gökler

Gökler, yedi tabakadır. Birinci Gök, yer ile Ay arasıdır.

İkinci Gök, Ay ile Güneş arasıdır.

Üçüncü gök, Güneş ile Melekût arasıdır. Yıldızlar, ikinci ve üçüncü Göktedirler.

Dördüncü Gök, Melekût ile Ceberut arasıdır. Ceberut âleminin bir adı da “MAKAM-I MAHMUD” dur.

“En yab aseke Rebbüke makamen Mahmuda - Rabbin seni ya Muhammed, Makam-ı Mahmud’a – öğülmüş makama- iletti”(İsra, 79) âyeti ile bildirilen makam, bu makamdır. Bizim Peygamberimize aittir. Çok kutsal, esrarengiz ve çok büyüktür. Peygamberin daimi maiyeti, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin bu makamda, kendisi ile beraberdir. Kevser – pâk Şarap ve Firdevs Cenneti bu makamın içindedir.

Beşinci Gök, Ceberut ile Sidre-i Münteha arasıdır.

Altı ve yedinci Gök, Sidre ile Levh-ü Mahfuz arasıdır. Dünya ile Levh-ü Mahfuz arasında 10 but –mesane- kürsü vardır. But, mesane, kürsü, geçit ve duraklar anlamındadır. Üçünden de maksat, geçit ve duraktır. Levh-ü Mahfuz’dan ötesi Ahadiyet -teklik-, Mutlak Varlığın özü ve kaynağı, Tanrı’nın Zâtı’dır. Ceberut âleminden yukarısına, âlem-i Lahut, Hakikat âlemi denir. Tüm nesneler ,mertebeler, bu 4üncü makam Lahut’tan peyda olmuştur.

Güneş, dünyanın güneyinden kuzeyine doğru her yıl, 6 ay bir doğrultu üzerinde, yavaş yavaş yürür.6 ay sonra, tekrar aynı doğrultu üzerinde yavaş yavaş güneye kayar. 12 burç, bu gerçekten doğar. Her aylık geçide bir burç denmiştir. Tanrı, Kur’an’da burçlardan bahsetmiştir. Bu gerçeği bir Tasavvufçu yüzyıllarca önce ifşa etmiş ise de, tam açıklamamıştır. Bu gün açıklanmasına izin alınmıştır. Bilim adamları, bu konuyu araştırırlarsa yeni bir teori ve gerçek ortaya çıkar. Bu da birçok teorileri değiştirir. İklimler ve daha benzeri birçok olayların gerçek yüzü aydınlanmış olur, daha birçok faydalar, insanlık için temin edilmiş olur.

Yukarıda uzun boylu izahına çalıştığımız “vücut bir, mertebe yedi, âlem dört” gerçeği üzerinde durulmuştur. 7 kere 4, 28 eder. Kur’an-ı Kerim de Arapça 28 harften ibarettir.

“Vela retbin vela yabisin illa fi kitabın mübin - Yaş da, kuru da (yani iç ve dış bilgiler de) Kur’an’dadır” (En’am 59)

buyurmuştur. En önemli âlem, varlığın özü Lahut, yani Hakikat âlemidir. Sonsuz Nur denizidir. Bütün nesneler, bu âlemin belirtileridir. Orası öyle bir âlemdir ki, niteliğine akıl, mantık takat getiremez. Orada, her şey mahv ve helâktir.

“ Küllü şey’in halikun illa vechehu - O Tanrı’nın Zâtından başka şeyler helâktır (yokluğa mahkumdur)” (Kasas, 88)

İşte bu yüksek Âyetin murakabe ve esrarına fiilen ve psikolojik olarak ermeyen, O âlemi anlayamaz. Akıl yoluyla anlamak istese ve kendini zorlasa, aklı, hafızası, sırrı ve Ruhu yanar. Daha o dereceyi almadan meczup olur. Seyr-i Sülukunu tamamlayamaz. Onun için Tanrı,

“Sabredin, Salih ameller işlemeye devam edin, sonunda kurtulacaksınız”(Hud-11)

buyurur. Tanrı,

Size nasıl hidâyet ettim ise, öylece beni zikredin”(Bakara-198) buyurur. Yani üstadın hangi dersi ve hangi Tanrı adını verdiyse ve kaç adet yapılmasını emrettiyse, o şekilde Tanrı’yı zikret -an- demektir. Fazla ve eksik yapma, acelecilik etme, senden ileri olan Tanrı Yolcusu arkadaşların dersleri ile uğraşma, acelecilik edip “ şerre dua etme” denilmek istenmiştir.İlkokul öğrencisinin, lise son sınıfın dersleri ile uğraşması, hem boşunadır, hem de öğrencinin aklına zarar verir. Mâneviyat dersleri de böyledir.

Maddi ve Mânevi bilgilerin hepsinin, Kur’an’da bulunduğu Âyetler ile sabittir. Kur’an’da iç ve dış tüm âlemlerin sırları da mevcuttur. Ama Onu, ancak “Ledünni” ilme kavuşanlar bilir ve bulur. Yoksa, fizik bilginleri ve zahir din bilginleri, Kur’an’daki tevhid ve iç âleme ait bilgileri, Ruhani Âlemin ve nesnelerin gerçeği ile ilgili bilgileri bilemeyeceklerdir. Ledün ilmi, Ruhların buluşup konuşması ile olur. Mâneviyatın -iç âlemin- Nurani, Rahmani yönü olduğu gibi, bir de süfli –karanlık- yönü vardır. Rahmani kuvvetler olan Kutsal Ruhlar ve Melekler olduğu gibi, kahri -küfri- yani inkârcı ve habis kuvvetler denilen nesneler de vardır. Ruh çağırıcılığı, medyumluk ve benzeri İslâm dışı davranışlar, iç âlemin bu süfli kesiminden yapılmaktadır. Onların, Rahman ve Rahmani Kutsal Ruh ve Meleklerle temasa geçmesinin imkânı yoktur.

Budistlerin, Tenasuh Nazariyesi de sakattır. Kutsal Tanrı Ruhu, her kişiye özeldir ve hayvanda bulunmaz. Onlar da iç âlemin bu süfli kesimindeki habis nesnelerle temasa geçerler ve bazı dünyadaki eski olaylardan haber vermek yoluyla iddialarını isbata kalkışırlar. Ruhların, ayrıca Külli Ruhla irtibatı vardır. Yıldızların, biribirlerinden ve Güneşten aldığı faide gibi faidelenirler. Bilmediklerini, biribirlerinden veya bir adı da Akl-ı Kül olan Ruhların babası, Külli, büyük Muhammedi Ruhtan sorar, öğrenirler. Ancak bu, aziz Peygamberler ve Tanrı Velilerine mahsustur.

Zahir din bilginlerine gelince, bunlar, Tanrı kitaplarının ancak ibadetlerin nasıl yapılacağı ve fıkıh -hukuk ile ilgili kısmını öğrenebilirler. Bunlara fıkıh ilminde müctehidler denir. Büyük hukuk bilginleridir. Mânevi bilgileri bilemezler.

Diğer din adamı denilen mollalara gelince, bunların da en aşağı 15 yıl okuyanları, Arap gramerini ve müctehidlerin eserlerini şerh edenlerin, şerhlerini öğrenmekten öteye gidemezler. Ancak, ne yazık ki bu gün, bu mollaların hangisine sorsan 12 ilimden mezunum der. Biz bunların birisinin, ben 11 ilimden mezunum dediğini göremedik, bu gözümüzde kaldı. Ayrıca, İslâm Dininde din adamı müessesesi yoktur. Tanrı, Peygamber için

“Kül lâ es’eleküm aleyhi ecren illel meveddete fil kurba- Yaptığından dolayı ecir (ücret) isteme, ancak akrabalarımı (yakınları) sevin, de” (Şura,23)

buyurmuştur. Peygamber Efendimiz, ”Lâ ruhbaniyete fiddin - İslâm Dininde Ruhbanlık yoktur”. Yani çalışmadan, ben din adamıyım, din işleri ile uğraşırım, onun için benim maişetimi halk temin etsin, biz çalışmayız, bizim vazifemiz dine hizmettir gibi, Hıristiyan Papazlarına mahsus sözleri ve davranışları reddetmiştir. Ayrıca Tanrı,

“Ve en leyse lil insani illa masea - İnsana emeğinden başka bir şey yoktur” (Necm, 39)

demek sureti ile hem bu konuya açıklık vermiş, hem de açıktan açığa Tanrı, emekten yana olduğunu kesinlikle açıklamıştır. Anadolu’muzun yıllardır, büyük bir çoğunluğu ümmi olan, saf ve temiz insanı ise ne yazık ki bunların yıllarca dini otoriteleri altında kalıp, Arapça bilmediği için Arapça cümleleri çok kullanan din adamını daha bilgin sanmış, daha doğrusu öyle şartlandırılmışlardır. Ayrıca bu sınıf, temiz Anadolu halkına, Padişah ve saltanatı İslâm’ın meşru devlet nizamı olarak göstermiş ve buna, fena halde Osmanlı Devletinin şiddetli baskısı altında inandırılmıştır. Bu gün Cumhuriyetin 50. yılında bu din adamı kesiminde ve sağ basında, sürekli bir tarzda, İslâm’a tamamen ters düşen Monarşik sistem olan Padişahçılığı ve Abdülhamid hayranlığını devam ettirmeye çalışmaları, hep işte kendi çıkarlarını, o sistemde daha kolay devam ettirebilecekleri gerçeğine dayanır.

İslâm Dininde, her Müslüman din adamıdır. Öğrenen ve öğreten bilim müessesesi vardır. Herkese, bilim öğrenmeyi İslâm Dini farz etmiştir. Peygamberimiz, kendinden sonra devleti ailesine bırakmamakla, bundan 1400 yıl önce Cumhurun Yönetimini ve Demokrasinin temelini, Cumhuriyet ve Demokratik sistemi, insanlığa işaret etmiştir.

Peygamberimiz, “Ulemai ümmetike Enbiyai ben-i İsrail - Benim milletimin bilginleri, Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir “demişlerdir. Yani, Davud, Süleyman, Yahya, Zekeriya, Musa, Harun ve benzeri gibi... Şimdi bir parça Arapça grameri öğrenip, birkaç satır da şerh okumakla, biz “Ulemayız”, Hazret-i Muhammed’in vârisiyiz. Davud’uz, Musa’yız, İsa’yız, Yahya ve Zekeriyya’yız diyebilmek cüretini gösteren ve bu yolla halkı sömüren, Tanrı’nın meâlen,

“Dinden haber verenlerin çoğu, halkın malını bâtıl suretle yerler ve gerçeğin yolunu da tıkarlar” (Tevbe, 34)

diye açıkladığı âyetin şiddetli tehdidi altına girerler de haberleri olmaz.

Gerçekten bilginler, Peygamberlerin vârisleridir. Bu verâset, iki yönlüdür. Bir kısmı Peygamberimizin ve Kur’an’ın fıkıh, yani İslâm hukuku ile ilgili bilgilerinin vârisleridir. Ki bunlar, büyük fâkihler, müctehidlerdir. Başta, dört büyük mezhep imamı, Süfyan-ı Sevri, Seyyid Kutub, İmam-ı Gazali, Pakistanlı Mevdûdi ve benzeri hukuk bilginleridir. Diğeri, Peygamberin ve Kur’an’ın, Mâneviyatla (iç âleme ait bilgilerle) ilgili, bilgilerin vârisleridir. Bunlar, büyük Tanrı Ârifleri olan Velilerdir. Bunları, Tanrı Kitabında öğmüş,

“Ela inne Evliyaallahi lâ havfün aleyhim velâ hüm yahzenun - Ayık olunuz, Tanrı’nın Velileri vardır, Onlara hiçbir korku ve keder yoktur” (Yunus, 62)

buyurmuştur. İşte bu aziz “Ruhani Zâtlar” Muhammedi Davud’lar, Yahya’lar, Zekeriya’lar ve Harun’lardır. Tanrı, Onlardan razı olsun. Bizden Peygamberlere, büyük Mistikler olan Tanrı Velilerine ve büyük din müctehidlerine sonsuz selam olsun.

Peygamberin Mânevi Vârisleri, en büyük Tasavvufcu Abdülkadir-i Geylâni başta olmak üzere, Seyyid Ahmed er Rufai, Seyyid Ahmed el Bedevi, Seyyid İbrahim el Dusuki, Hasan el Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Sırrî Sakati, Câfer-i Sâdık, Beyazid-i Bistami, Ahmed Yesevi, Baba Semasi, Muhammed Bahaeddin, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, Muhiddin-i Arabi ve benzeri büyük Tanrı bilgini, Aziz Mistiklerdir.

Fizik bilginleri de, dolayısı ile yine Peygamberin bilgilerine vâristirler. Bu günkü medeniyetin temeli, yine bir Peygamber olan Hazret-i Davud tarafından atılmıştır. Davud, demir ve diğer bazı madenleri keşfetmiştir. Medeniyetin temeli, demir ve madenlerdir. Demirsiz hiçbir sanayi kurulamaz. Sonra, bilhassa Edison ve Aynştayn (Einstein) gibi büyük fizik bilginleri, özellikle Kur’an’ın tefsiri olan İslâm Tasavvufcularının eserlerinden çok faydalanmışlar, bu eserlerden bir çok Fizik bilgisi ile ilgili bölümler bulmuşlar, bu yolla medeniyetin inkişafına katkıda bulunmuşlardır. Bu iki fizik bilgini, Tanrı’nın varlığına ve tekliğine inanmış, kalben Kur’an’a ve Hazret-i Muhammed’e hayran olup, Müslüman olmuşlar, ancak bunu açıklamamışlardır. İkisine de Tanrı Rahmet etsin.

Paylaş: