Ceddimiz Hazreti İbrahim Aleyhisselam ve Akıl

Allah, ne akıldır, nede Allah’ın akıl sıfatı vardır. Akıl, beşere ait bir sıfattır. Ve Allah, akıldan münezzehtir. Allah’ın alim, bilim sıfatı vardır “Ve hüve bikülli şey'in alim-- Allah her şeyi bilendir.” (Hadid-3)

Allah’ın ilmi ise ezelidir. Sonradan bilmiş değildir. Akıl sadece insanda olup, anlamak yeteneğidir. Akıl, sıfat eylem(ortaç) mastardır. Akıl özne değildir, niteliktir. Sıfat, eylemdir. Kip-siga alır. Gramerde çekime girer. Şöyle ki:

Akele-anladı, yakilu-anlıyor, aklün- anlamak(mastar), âkil-anlayan, makul-anlaşılan. Akıl Arapça bir sözcüktür. Türkçe karşılığı ANLAMAKTIR.

Allah’ın akletmeye bir şeyi anlamaya ihtiyacı yoktur. Zira her şeyi bilenin, bir şeyi anlamaya, düşünmeye ihtiyacı olmaz. O, zaten her şeyi ezelden beri bilmektedir. “Allah, gizliyi de aşikarı da bilir.” (Nahl-19)

Esma-i Hüsna da Allah’ın akil-anlayan ismi yoktur. Çünkü Allah’ın anlamaya ihtiyacı yoktur. Akıl-anlamak kul sıfatıdır. Tasavvufculara ve kelam âlimlerinin bir çoğuna göre (Maturidi ve Eş’ari’ye göre de) aklı kül-bütüncül akıl, Allah’ın ilk ruhu “Ruhu Azamdır” Hz.Muhammed’in pâk ve mukaddes ruhudur. Bu ruhun örneği güneştir. “Sen nur saçan sirac(çok keskin ziya, güneşsin)” Allah, siraç kelimesini bir peygamberimiz bir de güneş için kullanmıştır. (Ahzap-46, Nuh-16)

Allah’a aklı kül diyenler, İslam bilginleri, âlimleri ve arifleri değil; İslam feylezoflarıdır. Bunlar İbni Sina, Farabi, Kindi, İbni Rüşd vs.dir. Onların ise esin kaynağı, Aristo’dur ve Aristo’nun metafiziği ve Aristo’nun sistematik mantığıdır. Zaten bu felsefeciliği, akılcılığı, mantıkçılığı, aklı tabulaştıranları kendisi de çok büyük bir filozof olan İmam-ı Gazali çürütmüştür. “Allah’ın nasıllığı ve vasıfları ve fizik ötesi soyut gerçekler, akılla felsefe ile mantıkla bilinmez.” Deyip yüzde yüz ilahi mesaja bağlı olan Tasavvuf yolunu seçmiştir. Gazali’nin kitapları, meydandadır. Eğer akılla, Allah’ın zatı ve sıfatları ve fizik ötesi ruh, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem gibi soyut varlıklar bilinseydi; Allah, Peygamberleri gönderip bu bilemeyeceğimiz gerçekleri bize bildirmezdi. O zaman, her akıllı ve feylezof bir Peygamber olurdu. YAĞMA YOK!

Feylezoflar, birer cemaat oluşturamamışlardır. Ancak Peygamberlerin, yüz milyonlarca toplulukları, cemaatleri vardır. Eğer dört kutsal kitap, peygamberlerin akıllarının ürünüdür denilirse, o zaman Peygamberler ve Göksel Kitaplar inkâr edilmiş olur.

Mantık ise, akıl olmayıp Aristo’nun bir metodudur. Şöyle ki; ya tikelden tümele yada tümelden tikele akıl yürütmektir. Klasik adı, ya enfüsten afaka, ya da afaktan enfüse akıl yürütmektir. Aristo mantığı İslami değildir. Menşei Atina’dır.

Allah’ın anlamak sıfatına ihtiyacı yoktur. O zaten her şeyi bilendir. Her şeyi bilenin, sonradan akletmeye-anlamaya düşünmeye ihtiyacı olmaz.

Bu konudaki son söz: Kur’an’da, İslam’da akıl vardır. Ancak akılcılık (Descartes’in Rasyonalizmi) ve mantıkçılık (Aristo mantıkçılığı) yoktur. Zira rasyonalizme, akılcılığa göre, mantıkçılığa göre, gerçeği bilmek için akıldan başka araç yoktur.

Bu akılcı mantıkçılar ilahi mesajı-vahyi, semavi kitapları delil kabul etmezler. Onlara nakil-doğma der, çıkarlar.

Akıl (aklı selim) yaratanı inkâr etmez. Ama bilemez. Çünkü yaratıcıya iman ayrı; yaratıcının ne olduğunu ve nasıllığını bilmek ayrı şeydir. Yani iman ayrı şeydir, bilmek ayrı şeydir. Ayrıca akıl, fiziki ve sosyal bilgileri çözer. Ancak fizik ötesi soyut gerçekleri ve Allah’ın zatının ne olduğunu ve nasıllığını, sıfatlarını çözemez, bilemez. Bunlar, Kur’an’la, İlahi mesajla bilinir. Allah’ın sıfatları, Esma-i Hüsna, ruh, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem bunlar soyut gerçekler ve kavramlardır. Akılla asla bilinmez. Bu saydıklarımı Allah, ilahi mesaj ve vahiyle bildirir. Bizler de peygamberlerden ve semavi kitaplardan öğreniriz. Yaratana inanmak ayrı şey, yaratanı bilmek ayrı şeydir. Güneşe herkes inanır ama güneşin ne olduğunu ve niteliklerini herkes bilmez.

CEDDİMİZ HAZRETİ İBRAHİM A.S.

O büyük insan Hz. İbrahim, büyük Peygamberlerdendir. Bazıları der ki; O akılla Allah’ı bildi. Hayır, Hz. İbrahim Allah’ı akılla bilmedi. Akılla sadece varlığını kabul etti. Zira yukarıda da sözü edildiği gibi, inanmak ayrı şey, bilmek ayrı şeydir. Şöyle ki; Kur’an-ı Kerim’e göre, Hz.İbrahim, putperest, taştan oyma, uyduruk ilahlara tapan gafil, cahil bir kavmin çocuğu idi. Akıl buluğ olunca: Bu insana ne zarar ne de yarar verebilen oyma taşlara ne diye tapıyorlardı, bunu bir türlü vicdanı kabul etmiyordu. Ve o zaman için, Hz. İbrahim’in elinde akıl ve vicdanından başka da hiçbir şey yok idi, olamazdı. Kendinden binlerce yıl önce yaşamış Âdem’in İdris’in, Nuh’un (hepsine selam olsun) suhufları da elinde yok idi. Adı geçen Peygamberler zamanında, daha yazı da icat edilmiş değildi. Daha dört kutsal kitap da inmemişti.

Hazreti İbrahim’in ve kavminin ne Allah’ın zatından, ne de sıfatlarından haberleri vardı, ne de vahiyden (ilahi mesajdan) haberleri vardı. İlkel bir durumda idiler. Ama unutmamalı ki, Hz.İbrahim, Allah tarafından donatılmış çok güçlü kutsi bir ruha sahip idi. O zaman kendisi, Peygamber olduğunu bilmiyordu. Ama Allah, O’nun Peygamber olduğunu ezel ezelden biliyordu. Allah O’na “Göklerin ve yerin melekutunu açacak ve O’na vahiy edip, O’nunla konuşacaktı.” O zaman çok ateşli bir genç olan Hz. İbrahim’in elinde tek bir araç vardı. O da pâk vicdanı ve selim aklı idi. Bu durumda olan Hz. İbrahim Peygamber, elindeki vicdan ve akıl aracını kullanmak mecburiyetinde kaldı. Şöyle düşündü: Parlak ve yücelerde oldukları için yıldıza, sonra aya, sonra güneşe baktı. Her halde bunlar benim rabbim (sahibim, yaratanım anlamına) dedi. Sonra bunlar kaybolunca (uful edince), “Rab uful etmez(kayıp olmaz, kaymaz)” kanaatine vardı. Ve dedi ki “Benim rabbım-yaratıcım, gökleri ve yerleri açandır. Rabbi için “Fatir” sözcüğünü kullandı. “Fatiressemavati vel ard” dedi. Fatirin anlamı “açan-kapalılığı gideren” demektir. Hz. İbrahim’in Allah’ın zatı, sıfatları hakkında da daha henüz bir bilgisi yok idi. İbrahim Peygamber, bu kanaata varınca, Allahuteala bunun üzerine “Göklerin ve yerin melekûtunu ona gösterdim. Bunun üzerine kanaat getirenlerden oldu, kanaat getirdi” buyurmaktadır. Demek ki akıl ile insan tam kanaat getiremiyor, mutmain olamıyor. Sonra Allah, O’nun ile konuşmaya, diyaloga başladı. Bundan sonradır ki; Hz.İbrahim, inandığı yaratıcısı Rabbinin bütün sıfatlarını niteliklerini, Esma-i Hüsnasını Rabbinden öğrendi. RABBINDAN öğrendikleri ile önce yaratıcıya inanan iken, sonra yaratıcıyı bilen oldu. Ayrıca Hz.İbrahim, dünyada tekdir. Ondan başka kimse, Allah’ı akılla bulamamıştır. Zaten kendisi de akılla gerçeğe geçememiş, Rabbın yardımı ile geçebilmiştir. Bu yazdıklarımız hep Kur’an ile sabittir. (En'am: 75-79)

Hz. İbrahim’den başka akıl ile gerçeğe geçen bir tek kişi, insanlık tarihinde yoktur. Zaten O’nu da Allah, Peygamber olarak yaratmıştır. Vardır diyen buyursun, delilini göstersin. İşte meydan. Herkes İbrahim Peygamber olamaz. Zaten gereği de yoktur. Şu anda ortada İlahi mesaj, dört kitap vardır. Kur’an ve bu kitaplar, Allah’ın varlığını ve birliğini ve sıfatlarını zaten beyan buyurmuştur.

Allah’ın bütün sıfatları, Esma-i Hüsnası, Kuran’da mevcuttur. Hazreti İbrahim’in zamanında, Allah ve sıfatı ile ve iç alemle(Fizik ötesi) ilgili bilimler yok idi. Haa.. Şu da bir gerçektir. Aklı selim sahibi olan, herkes zaten “Muhakkak bu muazzam kâinatın, doğanın çok çok muazzam ve çok alim bir sahibi ve yaratıcısı vardır der” ama o kadar. Ondan ötesini bilemez. Aklıselim, Allah’ın varlığını kabul eder. Ama Allah’ın zatını ve sıfatlarını ve fizik ötesi soyut varlıkları bilemez. Bu ancak ilahi mesajla bilinir. Allah, ne olduğunu ve nasıllığını kendisi bilir ve bildirir. Allah kendisinin nur olduğunu, “Göklerin ve yerin nuru Allah’tır.”(Nur 35) Ayeti ile kendisi bildirmiştir. Allah’ın varlığına inanan çoktur. Akıl zaten eğer selim ise, “Yerin göğün bir sahibi bir yaratıcısı olduğunu kabul eder.” Akıl yaratıcıya inanır, yaratıcıyı kabul eder ama yaratıcıyı zatı ve sıfatı ile bilemez.

Bu nedenle Peygamberimiz (S.A.V), “Rabbı bilmeyi insanın kendisini bilmesine” bağlamıştır. “Men arefe nefsehu, kad arefe rabbehu-Nefsini, kendini- insanı, insanın ne olduğunu” bilen muhakkak rabbını bilir.” buyurmuşlardır. (Keşfü'l Hafa ,Acluni,cilt 2 sayfa,132) Zira insan(Adem) Allah’ın en büyük eseridir. Şöyle ki; İnsan ruhu ile iç alemi ve bedeni ile dış alemi kendi şahsında birleştirmiş, Allah’ın büyük bir eseridir. Âlemlerde Allah’ın eseridir. Ama Allah’ın ruhu, âlemler içinde sadece “İnsan” da vardır. İnsanın içine “beynine ve kalbine” ruhumdan üfürdüm.(Sad,72)

Akıl ruh değildir. Ruhun niteliklerinden, sıfatlarından bir nitelik bir sıfattır. Ruhun daha başka yüzlerce sıfatı, niteliği vardır. Zaten insanlar da, aslında yerin göğün bir yaratıcısı olduğunu anlıyorlar. Dara düşünce de O yaratıcıya sığınıyorlar. Dardan çıkınca O yaratıcıya arkalarını dönüyorlar. Bu nedenle de Allah, onları sevmiyor ve onlara hidayet etmiyor. Ta ki cennet ve cemalinden mahrum olsunlar diye.

Allah, Peygamberimize hitaben “De ki Ya Rabbi ilmimi artır.” (Taha -114) bu durumda Peygamber ilmi doğrudan Allah’tan alıyor ve bu şekilde ilmi artıyor. Bizim gibi, defter kalem üzerinden ilmi almıyor. “Ya rabbi kendi katından bana ilim ve rahmet hibe et-ver” (Kehf 10) ayetine göre de doğrudan Allah’tan ilmini alıyor.

Allah ilmi, irfanı Kur’an ile bize bildirmiştir. Vahiy yolu ile ilim öğrenmek (Kur’andan) Peygamberin ve Müslümanların yoludur. Aristo mantıkçılığı ve Rasyonalizm, akılcılık (Descart) felsefecilerin yoludur. Tasavvuf ve Kelamcılık ( Maturidilik, Eş’arilik) doğrudan ilahi mesajcılıktır. İlahi mesajcılık, vahiycilik ve Peygamberciliktir. Kur’ancılıktır. İlmi Kur’an’dan ve Peygamberden, Peygamberin kutsal söylemlerinden öğrenmektir. Tabii bu ilim İLAHİDİR. Dini ilimlerdir. Akıl ile akılcılığı bir birine karıştırıp kavram karışıklığı yapılmaktadır. Akıl, ruhun niteliklerinden bir niteliktir. Yapay değildir, doğaldır. Tanrı vergisidir. Akılcılık(Rasyonalizm) ve mantıkçılık, Aristo ve Descartes tarafından icat edilmiş bir akımdır. Beşeridir, yapaydır. Aristo’nun ve Descartes’ın görüşleridir. Yani beşeri bir görüştür. Bir de şu var ki; akıl bir yerde sınırlıdır. Sonsuzu kavrayamaz. Hele bizler, dört kutsal kitaptan sonra geldiğimiz için, ilahi mesaja uymak zorundayız. Hz. İbrahim’in zamanında ilahi mesaj yok idi.

Ayrıca Allah, “ Ben size ne söylüyorsam odur, siz benden daha mı iyi bileceksiniz.” Mealinde açıklama yapmıştır. (Sure-i Bakara) Ayrıca Peygamber için” o size Allah’ın ayetlerini okuyor, sizi tezkiye ediyor (nefis kirinden, nefse ilham edilmiş fücurdan arındırıyor) ve size kitabı, hikmeti öğretiyor. Peygamberliğin ne olduğunu öğretiyor. Sizin bilmediklerinizi size öğretiyor.” Mealinde ayetler vardır. (Bakara- 151)

Bu suretle ilahi mesaja dayalı ve bağlı Peygamberimizi yüceltmekte ve O’nun bir muallim, bir arındırıcı ve bir mürşid olduğunu beyan ediyor.

Dip Not: “Göklerdeki ve yerlerdeki askerler Allah’ındır”(Fetih 4,7) Bunların hepsi, Allah’ın kuludur. Allah, kullarını kulları ile korur ve Allah, kullarına kulları ile yardım eder. Yani Allah, “Müsebbibül Esbab” dır. Yani sebeplerin sebebidir. İlk sebep, ilk neden Allah’tır. Allah, sebepler yaratmıştır. Sebepler inkâr edilemez. Allah, alemleri ve insanı sebeplerle yönetir. Yani esbab, inkâr edilemez. Sebeplere uymak, Kur’an’ın emridir. Sebeplere uymayan ve onlardan yararlanmayan helâk olur. Allah’ın yardımı; kulları ile kullarına yardımıdır. Bu bir gerçektir. Pratik hayatta da apaçık görülmektedir. İlahi hiyerarşiye uymak lazımdır. Uymayan helâk olur. Bir kadın, çocuğunu doğurup, çocuğunu terk edip “O’nu Allah korusun, O’na Allah yardım etsin” derse, böyle bir şey sapkınlık olur.

Enbiya-evliya, alim muallim kişilerdir. Alim olmadan ilim öğrenilemez. Allah, ilmini bizzat Peygamberlere öğretir. Peygamberler de insanlara öğretir. Alim bir araçtır, inkar edilemez. Alimsiz ilim olmaz. Allah’ın enbiya ve evliyasına (dostlarına) selam olsun.

HAMD ALLAHINDIR. “Allah’ın ıstıfa (seçtiği) seçkin kullarına selam olsun.”(Neml 59)

Enbiya ve evliyadan himmet istemek, onların duasını istemektir. Dua istemek ise caizdir. Veli kelimesinin çoğulu evliyadır. Kur’an’a göre “Müminlerin başta velisi-dostu Allah’tır. Sonra Hz.Muhammed(S.A.V), sonra da müttaki müminlerdir.” (Maide 55) Ayrıca “Melekler de müminlerin velileridir.”( Fussilet 31)

Müşrikler ise oyma putları, senemleri veli-dost edinmişlerdir. Müşrikler, sanemleri, oyma put(uyduruk ilahlar) ilah edinirler.

O uyduruk ilahlardan yardım beklerler. Ve o uyduruk ilahları veli-dost edinirler. Bu koyu bir cehalettir. Müminler Allah’ı ve Allah’ın velileri olan enbiyalarını-dostlarını veli-dost edinirler. Onlardan dualarını ve himmetlerini isterler. Bu anlamda onlardan yardım istemiş olurlar. Yani enbiya ve evliyadan, müttaki müminlerden dua-yardım istemek onların duasını istemek anlamınadır. Onların duası müstecaptır. Veli sözcüğünün Arapça anlamı dosttur. Çoğulu vardır. Çoğulu evliyadır (dostlardır) “Sizin veliniz, dostunuz Allah’tır ve Allah’ın Resulü Muhammed’dir ve namaz kılan, zekat veren, müminlerdir (müttaki müminlerdir) onlar Hak’kın önünde eğilenlerdir”. (Maide 55)

Bu ayette açıkça “Allah velidir, Hz.Muhammed de velidir ve müttaki müminler de velilerdir” buyurulmaktadır. Ayeti inkar etsek küfürdür. Ayrıca müşrikler “Biz bu putları veli edindik” demiyorlar, mabud edindik ki Allah’a yaklaşalım” diyorlar. Müminler, Allah’tan başkasını mabud ilah edinmez. Hiçbir mümin evliya ve enbiyaya “Bunlar ilahtır, bunlar mabuddur” demez. Bütün Müslümanlar “LAİLAHEİLLALLAH” deyip, Allah’ı bir bilirler. Allah’ı bir bilmeyen tek bir Müslüman yoktur. Muğalata (demogoji) yapıp, Müslümanlara iftira edilmemeli, sataşılmamalıdır.

Müminler, Evliyaları Allah’ın dostu bilip, Allah’ın sevgili kulu bilip bundan ötürü onlara sevgi ve saygı göstermekte, onlardan dua istemektedirler. Dua istemek de yardım istemektir. Allah, Sure-i Muhammed de Peygamberimize hitaben

“Bil ki Allah birdir. Sen kendin için de müminler için de(mümin erkekler ve mümin kadınlar) Allah’tan mağfiret iste” (Muhammed 19) buyurmaktadır. Bu ayette Peygamber Efendimize müminlerin mağfiretini, af olmalarını istemek hususunda Peygamberimizi aracı kılmıştır. Müminlerin birbirlerine duası, dua etmesi haktır.

İyyake sözcüğündeki “KE” “SEN” zamiridir. “KE” zamirinin başına “İYYA” konularak seni-senin anlamını alır. “İYYA” nın tek başına anlamı yoktur. Fatiha suresindeki “İYYAKENESTAİNU-SENİ İNAYETÇİ EDİNDİK YA DA SENİN İNAYETİNİ İSTERİZ” anlamınadır. Allah, doğrudan yardımcı anlamını ifade eden Nesir(Yardım Eden) ismini kullanmamıştır. Müstean-Mümin-İstiane inayeti ifade eden Müstean ismini kullanmıştır. Tabii ki inayet geniş anlamlıdır. Yardım anlamını da kapsar. Ama daha başka anlamlar da taşır. Ve inayet geniş anlamlı olduğu için Allah’a mahsustur. Kur’an’da “NASİRİN- yardım edenler” geçer. Ama inayet ve istiane edenler geçmez, bu bir.

Ayrıca İyyake-sana-seni zamirinin başından “İnnema, ennema(ancak yalnız edatları olmadığı gibi) An-min (den dan) edatları da yoktur. Seni-senin anlamına olan ayetini, ancak ve yalnız senden yardım isteriz tercümesi yanlıştır. Allah’ın kelimesinin başına ancak- yalnız den-dan edatları mealciler tarafından eklenmektedir. Ve Allah’ın Kelamını değiştirmektedirler. Doğrusu ancak senden-yalnız senden yardım isteriz değildir. Doğrusu şudur: “Senin inayetini isteriz” dir. Bakın başında ne ancak ve yalnız anlamına gelen “İnnema-ennema” edatı ve ne de “Den-dan” anlamına gelen An-Min edatları vardır. Bunlar ayete beşer tarafından ilave edilmekte, Allah’ın ayeti tahrif edilmektedir. Bu da iki.

Namaz ibadettir. Huzuru İlahide, ayakta edeple durulup doğrudan, Allah’a niyaz, münacat edilmektedir ki; ibadetin içinde, Huzuru İlahide tabii ki doğrudan Allah’tan inayet yardım istenir. PADİŞAHLARIN PADİŞAHI ALLAH’IN HUZURUNDA. Ve ibadetin içinde O’ndan başkasından yardım istemek zaten imkansızdır. Huzuru İlahi de O’ndan başkasından yardım istemek mümkün değildir. ZİRA ALLAH'IN HUZURUNDA İKEN ONDAN BAŞKASI ZATEN YOKTUR. Ama namazın dışında sailin, isteyenler vardır. Nasirin yardım eden vardır. Sosyal yardımlaşma caizdir. Ve Allah yardımlaşmayı emir ve teşvik etmiştir. “Huve Mevlaküm ve huve hayrin nasirin –Allah sizin(müminlerin) efendisidir ve O yardım edenlerin hayırlısıdır.” (Enfal 40)Tabii ki, her işte her konuda Allah, en hayırlı olandır. Ayrıca yukarıdaki Ayette Allah yardımcıları olduğunu da beyan buyurmaktadır.

Ayrıca Kur’an’da şu ayetler de vardır:

“İstekte bulunanları, isteyenleri boş çevirmeyin.” (Mearic 25)

“İçinizden mal sahipleri ile fazilet sahipleri, olmayanlara-yoksullara versinler.”(Nur 22)

Dünya malı zaten malüm, somuttur. Fazilet ise Allah’ın “fazıl” isminden gelmektedir. Soyut bir gerçektir. Allah bazı kullarına, kendi faziletinden vermiş olduğunu bu ayetle belirtmektedir. Fazilet maddi bir sıfat olmayıp, manevi bir sıfat-niteliktir. İşte bu fazilet sahiplerinden feyiz istenebilir. Fazilet sahipleri de yoksul olanlara verir ve bu fazilet ve feyzin olmayanlara verilmesini, yukarıdaki ayetle Allah istemektedir. Fazilet sahipleri sabikundur-ileri geçenler-ileri geçenler-mukarrebunlardır.-Allah’a yakın olanlardır(Evliyalar-Allah’ın dostları)

“İleri geçenler, ileri geçenler-onlar mukarrebunlardır. Allah’a yakın olanlardır.”(Vakıa 11)

“Muttakiler cennetlerde “müttakiler” muhakkak cennetlerde, nehirlerde, doğruluk otağında ve muktedir meliklerinin Allah’ın indindedirler(katında, yanındadırlar)”(Rahman 54, 55)

Ayrıca Allah Medineli Müslümanlar için Ensar (yardımcılar) buyurmaktadır.(Haşr 9)

Demek ki başta Allah ve Resulü ve Allah’ın insanlara yardım eden kulları da vardır. Hani Allah’tan başka yardımcı yok idi ve Allah’tan başkasından yardım istenmezdi. Bu yazdıklarımız hep Kur’an ile sabittir. Ayrıca bu yardımlaşma konusunda bir çok Hadisi Şerifler vardır. Sizleri yormamak için ayetlerle yetiniyoruz. Tabii ki en başta yardım Allah’tandır. En hayırlı yardımcı Allah’tır. Her işte her konuda en hayırlısı Allah’tır. Sevgi ve saygılarımla müminlerin birbirine maddi manevi yardım etmelerini diliyorum. Zaten bu müminlerin de görevidir. Bilvesile hepinizin gözlerinden öperim.

* * *

“Allah’ın izni olmadıkça bir kimsenin iman etmeyeceğini anlamazsanız üzerinize ricis (kir, pislik) yağar.” (Yunus 100) Bu ayetin muhatapları müminlerdir.Bu ayet, kesin olarak imanın Allah’ın bir hidayeti ve rahmeti olduğunu kimsenin Allah’tan istemedikçe iman edemeyeceğinin kesin delilidir. Bu ayet, müminler tarafından başkalarının imana zorlamaları üzerine yani illa ki “iman etmeyenler de iman etsin” diye zorlamaları üzerine Allahuteala müminlerin bu çabadan vazgeçmesini istemiştir.

İman vehbidir. Kesbi değildir. Yani iman, Allah vergisidir. İnsanın kendi kazancı değildir. “Allah dilediğine hidayet eder” Öyleyse iman sırdır ve mucizedir. Peygamberlerin, Allah’ın sevdiği kullarının yüzündeki Nuranilik, fazilet ve sevimlilik imanın dışa vuruşudur, dışa yansımasıdır. İmanı anlamak isteyen, yüzü nurlu olan müminlerin simasına baksınlar. İman müminlerin nurani ve sevimli yüzlerinde görünür. Kalptedir ama gerçek müminlerin yüzüne yansır.Allah gerçeği arayanlara hidayet buyurur ve gerçek müminleri korur İnşallah.

16.6.2007

KAZIM YARDIMCI(ADIYAMANLI)

ADIYAMAN/TÜRKİYE

Not: 15 Haziran 2007 tarihli “Adıyaman’da OLAY” gazetesinde bendenize iltifat edilerek, büyük tasavvufçu olduğum beyan edilmiştir. Bendeniz tasavvufa hizmet eden, bir avuç toprak olduğumu her yerde söyleyen kalender bir dervişimdir. O kadar. Arz ederim.

Bu yazı 18.6.2007 tarihinde "Adıyaman'da OLAY" gazetesinde yayınlanmıştır.

Paylaş: