Tasavvuf ve Türkiye'deki Nakşibendilik

TASAVVUF DÜŞÜNCESİ, TÜRKİYEDEKİ NAKŞİBENDİLİK VE GEÇİRDİĞİ EVRELER

DİNİN ÖZÜ TASAVVUF

Bilindiği gibi her bilgin dini kendine göre yorumlamıştır. Mesele, bu yorumların dinin özüne en uygun olanını seçebilmektir.Tasavvufi Din yorumu İslâm’a en uygun olanıdır. Çünkü Tasavvuf: Dinin özünün öğretisidir.Kabukla- dışla, şartla- şeriatla yani teferruatla uğraşmaz.Tasavvuf; Allah, Doğa ve İnsanı ve bunların gerçeğini öğretmeye çalışır.

Doğadaki güzellikler, düzen ve hikmet Allah’ın doğaya yansımasıdır. Doğa, Tanrının eseridir. İnsan ise en büyük eseridir. Çünkü insan ten ve ruhtan (Akıldan) oluşmuştur. Dış ve iç Âlemin bileşimi (sentezi) olduğundan tüm âlemlerden üstündür. Tasavvufçu, işte bu doğadaki bilgiyi, düzeni, hikmeti ve güzelliği yaşamaya, insandaki fiziki ve ruhi güzelliği görmeye ve insanın hakikatini öğrenmeye çalışır. “Kendini bilen Tanrıyı bilir”. Kısaca, Tasavvuf Marifet, Hikmet (Bilgi) ve Aşktan, Sevgiden ibarettir.

Tasavvuf: Allah’ı, insanın ve doğanın özü bilir. Bu ise; sonsuz İlim ve Hikmet (Bilgi) ve sonsuz Sevgi ve Aşktır. Vücud-u Mutlak’ı bilmek, Hüsn-ü Mutlak’a aşık olmaktır. Tasavvuf, bunun dışındaki dini Şeriat ve Fıkıh bilgileri ile uğraşmaz. İbadet edecek kadar ilmihal bilgisinden ötesi Tasavvufçuyu alakadar etmez. Şeriat, Tarikat onun için amaç değil ayrıntılardır. Tali araçlardır. Asıl olan değil, Füru’dur. (teferruattır, simgelerdir, şekildir)“Yere göğe sığmayan, sonsuz bilgi ve güç (enerji) olan Allah’ı insanda ve kendi kalbinde arar Tasavvufçu”.

Yine tasavvufcu; Tefekkür (Düşünce) ile marifet-hikmet ve hakikatı öğrenmeye, insandaki ve doğadaki güzellikler ile de İlahi Cemali -Hüsn-ü Mutlakı sevmeye, yani mecazi sevgiden, hakiki sevgiye kavuşmak ister. Bunun sonucu ise: Güzel ahlâk ve dürüstlüktür. Toplumun çıkarını kendi çıkarından üstün tutmak ve riyadan tamamen soyutlanıp gerçekçi olmaktır. Kavgayı, tartışmayı, fitneyi, fesadı terk edip, başkaları ile değil kendi nefsi, heva ve hevesi ile cihad yapmaktır. Merhametli ve cömert olup, dünya yaşamında az ile mutlu olmaktır. Şiddete karşı olmaktır.

Gerçek Tasavvufçu şekil ve kisve Müslümanlığına karşıdır. Medrese, tekke ve mescide önem vermez. Hakikati kendinde bulur, Allah’ı kalbinde arar. Onun medresesi, tekkesi ve mescidi kendi kalbidir. Önemi her zaman kalbe verir. Çünkü gerçek tekke ve mescid kalptir. Kalp içinse en önemli olan Allah’ın Zikri ve sevgisidir. (Kalbin Zikri ve Kalbin Sevgisidir) Zahiri bir zikir ve cismani bir sevgi değildir. Tefekkür(düşünce), Tezekkür (Rabbi hatırda tutmak ve asla unutmamak, en önemlisi de Tanrı’yı ve O’nun büyük ve gizemli olan eseri İnsan-ı Kâmil’i, Ademi ve çocuklarını ve doğayı sevmektir. Ham iken pişkin insan olmak ve Kemale ulaşmaktır. Bütün Tasavvufçular bunu böyle izah etmiştir.

İlahi mesaj Kur’an-ı Kerim, ilahi Mesajcımız Hz. Muhammed’in Sünnet ve Hadisleri, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’in ve onları izleyen tüm Tasavvufçuların öğretisi üzere bu fakir, Tasavvuf konusunda Varlık, İslâm’da Mezhepler ve Yükseliş, Muhammed-İsa-Adem isimli ve diğer yazmış olduğumuz kitaplarda Tasavvufu çok ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Yunus Emre ve Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri ise bir deniz olan Tasavvufu şu şekilde özetlemişlerdir.

Yunus:

“Şeriat, Tarikat yoldur varana,

Marifet, Hakikat ondan içeru”

Seyyid Ahmed er Rufai ise:

“Tasavvufçunun kalbi sevgi ve aşkla nurludur,

Gönlü ise Marifet nuru ile geniştir (Göğsü dar değildir)” demişlerdir.

Biz bu iki görüşe inanıyoruz ve bulmaya çalışıyoruz.

Kaynak: “Yunus Divanı”, Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin “Onların Âlemi” isimli kitabı, 25. Hadis

Tasavvufçunun maksadı, nefsi emmare (kötülüğü emreden nefis) ten kurtulmak, iç arınmasını (tezkiyeyi nefis) tamamlamak, bu yolla Hak’ka kavuşmaktır. Bütün tasavvufçular bunu gaye edinmişlerdir. Yukarıda dinin özü tasavvuf ta da açıkladığım gibi, Tasavvufçuyu ibadet edecek kadar fıkıh (ilmihal ilminden) başkası ilgilendirmez. Çünkü Fıkıh-İslam Hukuku şer’i bilgiler, müctehidlerin görevi alanına girer. Tasavvuf, metafizik gerçekleri (hikmet, marifet ilmi) ile uğraşır. Bunlar ise, manevi ruhani gerçeklerdir.

Bu böyle iken ve bunu bütün tasavvufçular da böyle kabul etmişken, Nakşibendilikte tasavvuftan başkası değilken, neden Nakşibendiler kendi asli meslekleri olan tasavvuftan uzaklaşıp, kendilerini ilgilendirmeyen Şeriatçılığı öne çıkararak siyasetle uğraşmaya başladılar?

Nedeni nedir ve ne zaman Nakşibendi tasavvufçularda böyle bir kayma olmuştur. Çok ateşli bir Tasavvufçu olan Muhammed Nakşibendi Hazretleri ve ondan evvelki ve ondan sonraki hiç bir Nakşi piri ne fıkıhçılık etmiş nede siyasetle uğraşmıştır. Onlar da, bütün tasavvufçular gibi bu gibi şeyleri kendileri ve salikleri için Masiva (Allah’tan başkası ile meşgul olmak) saymışlardır.

Bu sade ve saf tasavvufçuluk, manevi ruhanilik, İmam Rabbaniye kadar (Ahmed Faruki Serhindi Hazretleri) devam etmiştir.

Peki Ahmed Serhindi (İmam Rabbani) neden siyasete yönelmiştir? Yani siyasilerle devlet yöneticileri ile bir nevi hafif derecede mücadele etmiştir.

İmam Rabbani Hazretleri Hindistanlıdır ve lisanı “Urdu” lisanıdır. “Mektubat” isimli kitabı da Urdu diliyle yazılmıştır, Urdu’ca aslı kayıptır. Tercümelerde ise çok tahrifatlar yapılmıştır. O Zat’a ve irfanına yakışmayan çelişkilere sık sık rastlanır.

İmam Rabbani Hazretleri büyük mutasavvıf ve Arif velilerdendir. Bunu bütün Tasavvufçular kabul eder. Diğer Hazreti Ali’ye bağlı büyük pirlerden de hiç birisi şeriat İlmi ile siyasetle uğraşmamıştır. Örneğin Kadiriler, Rufailer, Halvetiler, Cerrahiler, Gülşeniler, Mevleviler gibi.

Ama İmamı Rabbani ve yerine geçen torunları siyasetle ve devlet yöneticileri ile çatışma halinde olmuşlardır. Halen Afganistan, Pakistan ve Hindistan dolaylarında hatta Orta Asya da torunları, rabbaniler ve mensupları siyasetin içindedirler.

Peki hiçbir tasavvufçu böyle şeylerle uğraşmazken bu neden böyledir.

Nedeni şudur:

İmamı Rabbani zamanında, Hindistan, Pakistan, Afganistan ve yöreleri, Türkmen Herizemşahların egemenliği altında idi ve bu İngilizlerin Hindistan'ı İşgaline kadar devam etmiş idi. Herizemşahlar ise Şii Caferiler idiler. Rabbani ise, Sünni Nakşibendi tasavvuf piri idi, bu bir.

İkincisi kendi zamanında, Herizem Şahlarca Caferi Uleması camilerde ilk üç Halife, Hazreti Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz. Osman isimlerinin Cuma Hutbelerinde okunmasını men etmişlerdir. İşte bu durum İmam Rabbani’yi rahatsız etmiş, çünkü kendisi Tasavvufi olarak Ebubekir Hazretlerinin tasavvuf koluna mensup idi. Bütün Yeseviler, Nakşibendiler ve Parsaviler gibi.

Yoksa onun da asli mesleği Tasavvuf ilmi ve Tezkiyeyi Nefis (İç Arınması) ve Tasfiyeyi kalb; Kalbi, Allah’tan başkasından temizlemek (kalp safiyeti) ve seyri sülüktür. (Kutsal Tanrı yolunda Ruhen seyredip yürüyüp Allah’a vasıl olmaktır.) Rabbani Hazretlerinin de asli mesleği ve amacı budur, diğer bütün tasavvufçularda olduğu gibi.

İşte Rabbani Hazretleri, Şii Herizemşahlara yukarıda arz ettiğim gibi kızmış ve onlara karşı tavır koymuş ve “İslam’da meliklik, Şahlık, Krallık, Padişahlık yoktur” görüşünü getirmiştir. İslam Fıkhında, veliahdın- tahtın babadan oğula veya aynı aileden olma birine geçme hukuku yoktur.

“Hilafet benden sonra otuz senedir(Dört Halife zamanı) Ondan sonra adut, ısırıcı vahşi bir melik gelir.” Hadisini Herizemşahlara karşı kullanmış ve bu fikri Hindistan ve civarında geliştirmiştir. Torunları da devam ettirmişlerdir. Fakat daha sonra gelen Nakşi Pirleri, tekrar yalnız Tasavvuf ve seyri sülük yaptırmakla uğraşmışlardır. Örneğin, yine Hindistanlı olan Nakşi Piri Abdullahi Dehlevi, tamamen mistik bir tasavvufçudur. Siyaset ve fıkıh- şeriat ilmiyle uğraşmamışlardır.

Ama onun halifesi Halid Ziyaeddin de büyük bir tasavvufçu veli olduğu halde onda da İmam Rabbaninin tutumuna rastlanmaktadır. Söyle ki; Halid Ziyaeedin de “İslam’da melikliğin, padişahlığın, şahlığın olmadığından” hareketle gizlice mücadele ettiği görülmektedir.

Ayrıca bu zat, her nedense tasavvufta böyle bir kural olmadığı halde halifelerini, yörelerinde halkın üstünde dini otorite olan medrese bilginlerinden seçmiştir. Suriye’nin kuzeyi, Kuzey Irak, Batı İran ve bizim Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden medrese bilgini olmayan hiçbir halifesi yoktur. Ahmed Ziyaeddin( Gümüşhaneli) ve bir de ismini hatırlamıyorum Maraş’ta bir halifesi olduğu söylenir.

Birde Urfa’lı Hafız Selim, Adıyaman’lı Küçük Muhammed Efendi ve Elazığ’da Hafız Efendi’nin Halifesi Beyzade Ali Efendi vardır. Bunların dışında hemen hemen hepsi Kırmanc kökenlidirler. Ve bunlar aynı zamanda büyükte mutasavvıftırlar. Çünkü Halid Ziyaeddin, Hakka vasıl olmuş bir tasavvuf Alimidir. Kendisi de medrese kökenlidir. Ve Kuzey Iraklı Baba Kürdilerdendir. Kırmancdır. Asıl lakabı “Halidi Kürdi Hazretleridir.”. Tıpkı Saidi Nursi Efendinin de lakabının “Saidi Kürdi” olduğu gibi. “Nursi” lakabı, soyadından gelmektedir. Hüviyet cüzdanında soyadını doğduğu “Nurs” köyünden almıştır. (*) Bakınız Not. 2

Ayrıca Halid Ziyaeddin, 3.Selim, 2. Mahmut ve Abdulmecid’in ilk padişahlık yıllarında yaşamış, tekkesini de Şam’da açmıştır. Bilindiği gibi bu Osmanlı Padişahları, batıya yönelmiş reformculardır. Nizamı Cedid ve saire gibi yenilikçilerdirler. İşte o zaman için, koyu bir fıkıhçı olan böyle bir Nakşi Pirinin, bu hareketlere alerji duymaması imkansızdır. Hatta bu yüzden, İstanbul’da Halidiler takibat altına da alınmışlardır.

Ve Halid Ziyaettin’e ait olduğu söylenen bir söz vardır: “Siyaset-i İrşad”. Bu sözden anlaşılan, zamanın siyaseti ile meşgul olduğudur.

Sonra 2.Abdülhamit, kendi zamanında birliği sağlamak ve İttihatı Terrakicilere karşı güçlü olmak için, bilhassa Nakşi Pirlerini yanına çekmiş ve onları koruması altına almıştır. İşte Nakşilerin, bu siyaset ve devlet katmanlarında yükselmek düşünce ve emelinin tarihi sebebi bu açıkladığım gerçeklerdir.

İmamı Rabbani Hazretlerinden beri bu böyledir. Nakşiler, siyasete bulaşmıştır. Rabbani Hazretlerinden önce yok idi. Rabbani’nin haklı nedenlerini ve Halid Ziyaeddin’in bu çizgiyi devam ettirerek takındığı tavırlarını yukarıda açıkladım. Ama bu iki büyük Zatın hedefi, melikliği, padişahlığı, şahlığı, bir ailenin saltanat sürmesini, yani saltanatı ortadan kaldırmak idi. Ve çok şükür Allah’a, 1923 de Padişahlık, Şehzadelik, Meliklik (Krallık), Veliaht usulü ile devleti yönetmek, tarihin çöplüğüne atılmıştır.

Yukarıda sözü edilen iki Tasavvufcu Zatın da, gerçek gayesi, Cumhurun yönetimi olan Cumhuriyet Rejimi idi. Bireyin, her Müslümanın vazgeçilmez özgürlüğü idi, her Müslümanın, tek tek hür olması idi. Yoksa İmamı Rabbani ve Halid Ziyaeddin zamanın fıkhi meseleleri ile ilgili bir siyaset yapmamışlardır. Bu iki zat, bir çok İslam bilgini gibi doğrudan, o zamanın devlet sisteminin yanlış olduğunu, yani İslam’da meliklik, şahlık, saltanatlığın, padişahlığın olmadığını vurguluyorlardı. Saltanat rejiminin, ilk dört halifenin sistemi olmadığını, ilk dört halifeyi halkın seçtiğini, ondan sonra, Emevilerin bu sistemi yıkıp; meliklik, sultanlık sistemini getirdiklerini söylüyorlardı. Ve o zamanın koşullarında gizli açık mücadele ediyorlardı. Bu iki Zatında istediği cumhuriyet rejimi idi. Bu ise 1923 de gerçekleşti. Saltanat ve sahte halifelik çok şükür ortadan kaldırıldı. Bütün İslam bilginlerinin ve bu iki Zatında dayanakları ve delilleri, Peygamber Efendimizin şu önemli Hadisi Şerifi idi:

“El hilafetu badi selasune seneten. Summe caele melikul adut-Hilafet benden sonra 30 senedir. Sonra bir canavar melik(Kral, sultan) gelir“ Hadisi Şerif (Said Bin Cumhandan, Ebu Davut, Tırmizi, Nesei Tac. Tercüme Cilt 3 Sayfa 79 Bekir Sadak. İstanbul 1973. Ayrıca Sahihi Buhari, ve Tecridi Sarih Terc. Diyanet İşl. Başkanlığı Yayınları)

Bu durumda İmamı Rabbani de Halid Ziyaeddin de, hedeflerine kavuşmuş oluyorlar demektir. Onlardan sonraki hareketler ise bu iki Zat’ın gerçek gayelerini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Eğer bilseler Cumhuriyet’ten sonra kendi asli meslekleri olan “Mutlak Tasavvufa” dönmeleri lazım gelir. Çünkü tasavvuf, tasavvufçu yalnız kendi nefsi ile cihad yapar. Diğer dünya işleri asla tasavvufçuyu ilgilendirmez. Cüneydi Bağdadi Tasavvuf ekolüne mensup bir tasavvufçu olarak, tasavvufçu olan, nefisle mücadelenin dışında dünya işleri ile ve siyasetle uğraşmayan Nakşi saliklerinin nazari dikkatlerine arz ederim.

Not 1: Yukarıda isimleri geçen Urfa'lı Hafız Selim Efendi ve Adıyamanlı Küçük Muhammed Efendi, benim annemin dedeleridir. Küçük Muhammed Efendi, köken olarak Haşimidir. Hafız Efendi’nin türbesi, Urfa Tabakhane camisinin girişinde, Küçük Muhammed Efendi’nin türbesi de Adıyaman Futbol Sahasına bitişiktir, ziyaretgâhtır. İki defa mebusluk yapan, halen Doğru Yol Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mahmut Bilgiç’inde dedesidir. Mahmut Bilgiç, Annemin dayısı oğludur, iyi insandır ama siyasete dalmıştır.

Bu notu niçin düştüm? Bu notu yazdım ki; Nakşi Salikler bizi ağyar bilmesinler. Oysa biz Nakşi Saliki değiliz. Biz, Hazreti Ali Efendimiz’e ait Tasavvuf ekolüne bağlı Cüneydi Alevileriz. Tasavvufta Cüneydilik, Aleviliktir. Bekrilik değildir. Tasavvufta iki kapı vardır. Alevilik-Hazreti Ali kapısına bağlı olanlar. Bekrilik, Hazreti Ebubekir kapısına bağlı olanlar.

Nakşi olan Annemin babası Selim Bilgiç, Farsça bir beyit okurdu veya ben başkasından duymuştum. Nakşilerin ders çıkarıp, siyaseti ve dünyayı kazanmak fikrini terk edip, sadece Tasavvufla meşgul olmaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. O iki dize şudur:

Der tariki Nakşibendi lazımamet çarı terk, TERKİ DÜNYA,

Terki Ukba, Terki Hesti, TERKİ TERK”

Türkçe anlamı:

Bu Nakşi yolunda dört şeyi terk etmek lazımdır. Başta DÜNYAYI TERK, sonra Ahireti terk, kendini de TERK, sonra bu terk ettikleri ile öğünmeyip, terk ettiklerini de TERK etmektir. Bu zamanda göründüğü kadarı ile daha henüz dünyayı terketmedikleridir,diğer üç terki nasıl terkedecekler. Çünkü kendi yollarına göre, başta dünyayı-dünyeviliği terk etmeleri gerekmektedir. ’

Bu dizeleri yazdım ama, Kaygusuz Abdal’ın ve Yahya Kemal’in şu dizlerini de yazmamaya yüreğim elvermedi:

“Zengin konuşunca beli diyorlar,

Fakir konuşunca deli diyorlar.

Zamane ŞEYHLERİNE VELİ diyorlar.

Gittikçe çoğalır, DELİMİZ bizim” (Kaygusuz Abdal)

Ne velisi kardeşim, veli demek, ALLAH'IN DOSTU demektir. Allah’ın dostu ise, yüzünü Allah’a, sırtını dünyaya-dünyalığa dönmüştür. Yunus Emre gibi, Allah aşığı olmaktır. Bildiğimiz kadarı ile zamane şeyhleri, yüzlerini dünyaya (Şirketlere, Holdinglere, Serveti Samana, Devlet makamlarına) dönmüşlerdir. Görünen köy kılavuz istemez. Durum apaçık ortadadır.

“Dolaştım İstanbul’u dergahı dergah

Aradım bir piri dilaragâh(gönlü uyanmış bir zat)

Aba var, post var meydanda ER yok

Horasan erenlerinden hiç bir eser yok.” (Yahya Kemal BEYATLI)

Yeri gelmişken birazda baba tarafımdan söz edeyim. Babamın ataları, Suriye Humus’tan, Kilis’e ve Antep’e gelmişler, yüzyıllarca Antep’te yaşamışlar. Dedem Mansur YARDIMCI, 1870 lerde Adıyaman’a gelip yerleşmiş, biraz Antep Türkçe şivesi ile konuşurdu.

Babam Mustafa Yardımcı ise,”O, bir sır idi”. Yatar kalkar “Ya Hazreti RUFAİ” derdi. Çok mistik bir hali vardı. O, bir Rufai ERENİ idi. Renksiz, niteliksiz idi. Şekilciliğe çok kızardı. Ne varsa kalpte var derdi. Vefat edince cüzdanından bir şiir çıktı. Bende götürüp mezar taşına yazdım.

“Tecelli eder, gelir bir bir,

Gider bir bir, kalır BİR.

Şek yoktur, şüphe yoktur,

HEP BİR ALLAH BİR” (MUSTAFA RUFAİ)

Şimdi bize soruyorlar? Bu zamanda Tasavvufçu nasıl olmalı diye?

Cevabım şu: Bu çağda geleneksel ve yozlaşmış tekkeyi yaşatmanın zamanı geçti. Yapılacak olan ise, Tasavvufu ilim, irfan, kültür(tasavvufi felsefe) bazında işlemek ve yaşatmaktır. Biz bu doğrultuda hareket ediyoruz. Önemli olan, içerik (Öz)dir. Biçim ile, şekilcilik ile matlup hasıl olmaz.

Babamın cebinden çıkan yukarıdaki dizeleri şimdi kabrinin önünden gelip geçenler okuyorlar. Bazıları dakikalarca durup arifane düşüncelere dalıyorlar…

SELAMLAR, SAYGILAR.

24 Mart 2007.

KAZIM YARDIMCI /ADIYAMAN

(*) Not 2: Saidi Nursi Efendi’nin de din anlayışı ve yorumu, Şafii ve Nakşi Tasavvuf kültüründen(bilgisi) kaynaklanmaktadır. O’nun, Eskişehir Mahkemesinde yargıcın,

-Sen tarikatçı mısın? Sorusu üzerine, “Belki ben hakikatçiyim” sözü beraat etmesi için ustaca kendisini savunmasıdır. Ve zaten bu söz üzerine, O mahkemede beraat etmiştir.

Hakikat Nurları kitabında ise, “Tarikat merdivendir. Hakikat damdır. Amaç dam olmalıdır” sözünden açıkça anlaşılan tarikat vasıtasını kabul ettiğidir. Çünkü merdiven olmadan dama çıkılmaz. Aynı kitabındaki şu saptaması da çok açıktır:

“Basit ve samimi bir mürid, Aktab kabul ettiği Zatlardan(Pirlerden) ümidini kesmez. Kesmedikçe de küfre gitmez. Belki günah işler, fıska düşer, fakat asla kafir olmaz. Ancak bu zamanda, muhakkik (kapsamlı tahkikat yapmış) bir âlim dahi olsa imanını kurtarması şüphelidir.”

Saidi Nursi Efendi bu sözleri ile, peki daha ne kadar tarikatçı ve tasavvufçu olsun!...

Okuma yazma bilmeyen, basit fakat samimi bir müridi, tahkikata ermiş yani akademisyen bir din âliminden üstün tutuyor. Bu sözleri ile apaçık bir tasavvufçu, tarikatçıdır. Saidi Nursi Efendi’nin de asli kaynağı Şafiilik ve Nakşibendiliktir(Tasavvuftur)

Ayrıca Saidi Nursi Efendi, aşırı bir saltanat, meliklik, sultanlık, padişahlık aleyhtarıdır. O, bir hürriyetçi (özgürlükçü), meşrutiyetçi ve cumhuriyetçi idi. İttihatı Terakki Cemiyeti üyesi idi. (Bakınız Nazlı Ilıcak’ın Tercümanında yayınlanan Talat Paşa’nın noterden tasdikli hatıratı-anısı isimli kitap, Ayrıca bizim www.varliktanveriler.com isimli sitemizde yer alan 8 Nolu Saidi Nursi Hakkındaki Gerçek Görüş isimli Veri.) Kendisi ayrıca Kuva-i Milliyecileri de desteklemiştir. Biz Saidi Nursi’nin bir çok yorumuna katılmamakla beraber O’nun ilmi hüviyetine saygılıyız.

Ancak biz, ne Nakşibendiyiz, ne de Nurcuyuz. Biz Ehli Beytin Serdarı, Allah’ın Velisi, Peygamber’in kardeşi, İlmin Kapusu ve Hidayet yolunun İmamı Hazreti Şahı Velayet Aliveliyullah Kerremallahu Vechehu Efendimize, çok büyük Mutasavvıf Cüneydi BağdadiTasavvuf Ekolü kanalı ile bağlıyız. Hz.Ali'ye biat etmişiz. Onun hidayet yolundayız. Elhamdülillah Müslümanız, Allah’a çok şükür Aleviyiz.

Bektaşi Alevi de değiliz. Ancak Bektaşiler de Hz. Ali Efendimiz’e bağlı oldukları için onları da çok severiz. Hazreti Ali’ye ve Ehli Beyt’e bağlılıkta, Onlar bize en yakın kardeşlerimizdir. Bütün Müslümanlar da bizim din kardeşlerimizdir. Hiçbir ayrım yapmayız, Allah bütün Müslümanlardan razı olsun.

Ve İKRARIMIZ ise büyük edebiyatçı, Şair, Galatasaray Mevlevihanesi Postnişini Mevlevi Piri “Hüsnü Aşkın” yazarı Şeyh Galip’in İKRARIDIR:

“İkrarımıza ser veririz ahde kaviyiz.

Biz Şahı Velayet kuluyuz, hem ALEVİYİZ”

(Yukarıdaki beytin yazarı Mevlevi Piri, Şair Şeyh Galip)

(Bakınız, ŞEYH GALİP Hayatı, Sanatı, Şiirleri isimli kitap Hazırlayan Prof. Abdulbaki GÖLPINARLI Varlık Yayınları, Sayı 162, Mart 1953)

Son Sözüm: Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’ne, Cumhuriyet rejimine sımsıkı sarılalım. Onu, canımız gibi koruyalım. Zira, Allah korusun O’na bir şey olursa ellerimizi dizlerimize vururuz, ağlarız, köleleşiriz.

En önemlisi de demokrasi ara sıra gitse de geri gelir. Ama, CUMHURİYET giderse bir daha geri gelmez. Cumhuriyet’in ve özgürlüğün olmadığı bir ülke de ise, samimi dindarlık da olmaz.

Tekrar hepimiz, veliaht sitemi olan kralların, padişahların, ŞEHZADELERİN( soyluların) kulu kölesi oluruz. Gelin hep beraber YAŞASIN CUMHURİYET, YAŞASIN HÜRRİYET(ÖZGÜRLÜK) diyelim. Bütün Müslüman kardeşlerimi ve yurttaşlarımı saygıyla selamlar, gözlerinden öperim.

Not: Bu yazı 2.4.2007 ve 3.4.2007 tarihlerinde "Adıyaman'da Bugün" gazetesinde yayınlanmıştır.

24 Mart 2007

KAZIM YARDIMCI ADIYAMAN

Paylaş: