İlim öğrenmek kadın - erkeğe farz

Salik, ilim öğrenecek. İlim öğrenmek, kadın-erkek bütün insanlara farzdır.

-“Ve kül Rabbi zidni ilmen – De ki ya Muhammed! Rabbim bilgimi artır!” (Tâ Hâ - 114).

Yine Hz. Musa’nın (a.s.) diliyle,

“Euzübillahi en ekune mineccahilin – Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” (Bakara - 67)

Yukarıdaki Kur’an-ı Kerim’in Âyetleri, İslam’ın bilgiye dayandığını ve bilimin farz (zorunlu) olduğunu gösteren apaçık delillerdir. Ayrıca Tanrı’nın ,

-“Veyetefekkerune fi halki’ssemavati ve’l ard - İnançlı kişiler, göklerin ve yerin yaratıklarını tefekkür ederler (düşünürler).” (Al-i İmran - 191)

Ayeti de insanın, düşünen bir varlık olduğunu ve yerin göğün yaratıklarını “düşünmenin” gereğini belirtir.

İslam’ın Yüce Peygamberi (a.s.v.) ise,

“Bilim öğrenmek, Kadın-Erkek herkese farzdır (zorunludur).”([1])

Buyurmuşlardır. İslam’da bilim, öncelikle ikiye ayrılmıştır. Bu durumu, “ilmin kapusu” ([2]) Hz. Ali (k.v.) şöyle açıklar:

“El ilmü ilman: ilmü’l edyan, ilmü’l ebdan – Bilim ikidir: Din bilgisi, Beden (eşya) bilgisi,”buyurmuşlardır.

Bu “iki bilimin” dayanağı, “Ruh ve Akıl” dır. Zaten gerçekte, Ruhun bir adı da akıldır. “Akl-ü Kül”, “Ruh-u Kül”; ilk ve en büyük “Muhammedi Ruh”tur. O (a.s.v.), güneş gibi bir akla sahiptir. Diğer akıllar, yıldızlar gibidir. Yıldızların da bir kısmı parlak, bir kısmı zayıftır.

Parlak yıldızlar, insanlar arasındaki parlak Ruh ve akıl taşıyanların aklıdır.

İslam, akla çok önem verir. Yine büyük İmam (önder) ve büyük İslam bilgini Hz. Ali (k.v.), “Din akıldır” buyurmuşlardır. Çünkü İslam, “âkil” olmayanı mükellef (yükümlü) kabul etmez. Öyleyse İslam'ın işi akıllılar iledir. İslam, akılsızları sorumlu tutmaz.

Ancak, “batıcıların” anladığı manada akılcılık yoktur İslam’da. “Akl-ı kül’lü” kabul eden bir akılcılık vardır. Yani her şeyin, herkesteki “cüz’i (küçük) akıl” la halledileceğini kabul etmez. İslam “vahyi” ve “tekamül etmiş” Ruhu kabul eder.

Tekamül etmiş, olgunlaşmış akıl; vahye, yani ilmi’llah (Tanrı ilmine) mazhar olabilir.

-“Önzile biilmi’llah-Tanrı bilgisi inzal oluyor (iniyor).” (Hud-14)

Ayet, bunu açıklar.

Yani Ruh olgunlaştıkça, Akıl da olgunlaşır. Ruh ve akıl olgunlaştığı derecede, yüksek Mârifet ve Hikmet ilmine ulaşabilir. İslam’ın bildirmek istediği budur. Yoksa diğer maddi bilimlerin, cüz’i (normal) akılla elde edileceğini kabul eder. Ayrıca teşvik eder.

İslam, maddi ilimlerde dogmayı ([3]) kabul etmez. Bağnazlığı şiddetle reddeder. Aşağıdaki Âyet ve Peygamber (a.s.v.) sözü bunu doğrular:

-“Küllü şey’in sebeba – Her şeyin nedeni vardır.” (Kehf-84)

-“Allah, gökleri ve yeri yarattı. Gökten su (yağmur) indirdi. Ve yerden size, rızıklanasınız diye meyveler çıkardı.”(İbrahim-32)

İşte apaçık Tanrı, “her şeyin bir nedeni vardır” buyuruyor. Her şeyin nedeninin araştırılmasından ise, “pozitif ilim” doğar. “Gökten su indirdim. Yerden, yiyesiniz diye meyveler çıkarıyorum” buyuruyor. “Meyvenin nasıl olduğunu?” öğretiyor bize, “gökten su indiriyorum” ve bu neticesinde “yerde meyveler oluyor” buyuruyor.

Yani nedenini anlatıyor. “Her şeyin bir nedeni vardır” buyuruyor.

Sevgili Peygamberimiz de,

“Düşmanınızın silahını siz de yapın” ([4]) buyuruyor. Yüce Cenab-ı Ali (k.v.),

“Çocuklarınızı, zamana göre yetiştirin.” Buyuruyorlar.

İnsanın sorası geliyor. Dogma bunların neresinde?

İslam, her şeyi yerli yerine koymuştur. Sadece “Tanrı varlığının nasıllığı, Ruh ve Meleğin, Metafizik konuları” cüz’i (küçük) çözümlenemeyeceğini söyler İslamiyet.

Bunun yalnızca “Tasavvufi felsefeyle”, yani İlâhi tefekkür (düşünce) ile olabileceğini iddia eder. Yıldızların, güneşten enerji aldıkları gibi, cüz’i akıl da külli akıldan yardım görecektir. Zaten cüz’i akıl, küllü akıldan bir kıvılcımdır. Yıldızların, güneşten bir kıvılcım oldukları gibi…

Cüz’i akıl, külli akıldan bir parça olmakla beraber; ondan enerji alıp tekamül etmedikçe, “Metafizik gerçekleri” çözemez ve çözemeyecektir!.. Metafizik gerçekler, İlâhi Mesajla bilinir.

“Varlık-yokluk, ezeliyet (başlangıcı olmamak) – Ebediyet (sonsuzluk), yoktan var olmamak, varlığın kenarsız olduğu, v.b. yüksek kavranılması güç konuları, cüz’i akıl halledemez” kuralını koymuştur. Bunlar önemli, büyük gerçeklerdir. Bu gerçekleri, insafı olan herkes kabul eder. ([5])

İslam da farz olan bilgilerin başında; “Rab, Ruh ve Melekler Âlemini “ bilmek gelir.([6]) sonra ibadet edecek kadar “Şer’i bilgileri” öğrenmektir. İbadetle ilgili bilgiler, “İlmühal” larda yazılıdır ve öğrenilmesi çok kolaydır. Sonra, maddi bilgiler gelir. İslam bunlara, “fen ilmi”der. Bunları öğrenmek, toplumun varlığını devam ettirebilmesi için zorunludur. İslam dini, devleti ve yöneticileri; bu “fenni bilgileri (teknoloji)” fertlere öğretmekle görevlendirmiştir.

Hukuk (fıkıh ilmi) konusuna gelince: İslamiyet, “hukuk-fıkıh” ilmini, herkes öğrenecek diye bir zorunluluk getirmemiştir. Çünkü bu, çok zaman ister. İslamiyet te, herkes fakih (müctehid) olacak diye bir kural yoktur. İslam hukukuyla herkesin yirmi yıl uğraştığını düşünsek o zaman toplum başka çalışma alanları oluşturamaz. Halbuki insanlık âlemi için daha birçok çalışma alanları da lazımdır. Ticaret, sanat, ziraat v.b. gibi toplum yaşantısının devamı için, bunlar da her halde olmalıdır.

Fıkıh (hukuk) ilmini, toplumun bir kesiminin bilmesi yeterlidir. Ama kişi, her halde “Tanrı bilgisi” ilmini öğrenmek zorundadır. Farzdır. Zira Tanrı, “Kendisi bilinsin diye; bu kâinatı ve insanı yaratmıştır.”([7]) Bu da ancak ve ancak, “İslam Tasavvuf İlmi” yoluyla bilinir. Buna, “Men Araf” ilmi de denir. ([8]) Bu ilim “okuma-yazma ile olmaz.” “İlâhi aşk ve tefekkürle olur.” “Akl-ı kül’le İntisab ve Ruh-u Âzam’ın yardımıyla olur.” Ruh-u Âzam Tanrı’nın kalemidir. Hak kaleminin yazısını, “Kalp ve Ruh aynasında” okumakla mümkündür. Fizik ötesi gerçekleri; cüz’i pratik akıl çözemez.

Yunus Emre hazretlerinin,

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendini bilmektir.

Sen kendini bilmedin,

Ya nice okumaktır!..”

Diye Kitap-Defter üstünden okuyup, hakkı (Mânevi Hakikatleri) öğrenmeye çalışanlara uyarısıdır. Yahut sadece şeriat bilgileri ile alim geçinenlere ikaz yollu seslenişidir. Ayrıca yukarıda anlatmaya çalıştığımız; farz olan Tasavvufi (metafizik) bilgisine çağrısıdır. Tanrı, Yunus Emre’lerden razı olsun ve onları gizli-âşikar içimizden ayırmasın!..

“Âdem, Tanrı’nın aynasıdır.”([9])

Âdem olmasa, Tanrı bilinmez!

Kitap – defter üstünde değil; “O aynada” Tanrı’nı oku ve öğren.

“Âdem ara, Âdemi bul,

Âdem ile, Âdem ol…”

Ve büyük Türk velisi, Niyazi Mısri’nin şu sözüne kulak ver:

“Ârif ol ki cehl odundan (cehalet ateşinden) kopiser cümle azap!”

Felsefecilerin “Rasyonalistleri - katı akılcıları” ise, “metafizik” konuları da akılla çözeceklerini savunurlar. Zira onlar; fiziki olsun, fizik ötesi olsun gerçeği bulmanın tek aracının akıl olduğunu kabul ederler. “Akl-ı Küll”ü, İlâhi mesajı” kabul etmezler. Bu suretle İlâhi mesajcıları - Peygamberleri, Velileri reddederler. İşte “Akılcılık-Rasyonalizm” budur.

Tasavvufçular ise fiziki bilgilerin Aklı cüzle - pratik akılla çözülebileceğini kabul edip, fiziki ve hukuki (fıkıh) bilimlerinden “aklın rolünü” kabul ederler. Ancak fiziğin, maddenin bittiği noktada metafizik gerçeklerin (Tanrı, Ruh, Melek, Cin, Şeytan, Cennet-Cehennem..) ve bunların nicelik, nitelik ve nasıllıklarının-keyfiyetlerinin pratik akılla bilinemeyeceğini; aklın varsayımlardan (Zan ve tahmin) kurtulamayacağını; fizik ötesi metafizik gerçeklerin, “Vahiy – İlâhi Mesaj” la bilineceğini savunurlar.

Metafizik-fizikötesi bilgilerde, dogmatiklerdir. İlâhi mesajcıların, Peygamberlerin ve onların varisi “Ârif Velilerin” söylediklerini - bildirdiklerini kabul ederler. Yoksa fiziki ve hukuki bilgilerde, onlar da akılcıdır. Aklın, rolünü kabul ederler.

Metafizik konularda akılcılık ‘feylezofların’; İlâhi mesajcılık ‘Tasavvufçuların’ yoludur.

İlahi mesajı kabul etmemek, Peygamberliği inkar etmektir. Allah insanlığı korusun…

Akılcılık, akıldan başka araç kabul etmeyip, İlâhi mesajı, Peygamberleri kabul etmemektir. Akılcılığı, akılla karıştırıp, kavram karışıklığı yapılmamalıdır.

Sanki akılcı olmamak, aklı kabul etmemek gibi gösteriliyor. İslam (Tasavvuf) hem aklı, hem de küll’i aklı- Mukaddes Ruhu, fizikötesi gerçeklerin İlâhi mesajla bilinebileceğine inanır.

“Fiziki Bilimler”, Cüz’i akla; ‘fizikötesi’ Mânevi gerçekler, Külli Akla-İlâhi mesajcı Peygambere bırakılmıştır.

Vahiyci-İlâhi mesajcı 28 peygamber ve dört kutsal kitap (Kur‘an, Tevrat, Zebur, İncil) ile âriflerin (Tasavvufçuların) kitapları incelendiğinde fizik ve fizikötesi ile ilgili birçok bilimsel ve ilginç görüşlere rastlanır. Aklı ve kalbi doyuran bilgiler bulunur. Fizikötesi gerçeklerle ilgili en tatmin edici görüşlere İlâhi mesajcıları – Vahiyci – Peygamberler ve Ârif Tasavvufçu Velilerin kitabında rastlanır.

Fizikötesi konularda felsefecilerin görüşlerinden daha kuvvetli ve daha doyurucu fikirler kutsal kitaplardadır.

Ayrıca İlâhi Masajcılar, “Bize bu gerçekleri Tanrı söylemektedir; biz bu gerçekleri cüz’i akılla bulmuş değiliz” demektedirler. İnanıp inanmamakta ise insanları serbest bırakmakta; O’nların serbest-özgür iradelerine bırakmaktadırlar.

“La ikrahe fiddin – Dinde zorlama yoktur”. (Bakara - 256) kuralını tebliğ etmektedirler.([10])

Salik’in kalbi zengin olmalıdır.

Zenginlik varlıklı, varidatlı olmak demektir. Gerçekte varlık, “Nur” dur. Nur olmayan “Var” değildir. Mevhum, “gölge varlık” tır. Gölge geçici, ışık daimidir. Nur, Hak’tır. Üstündür. Onu hiç kimse çiğneyemez. Örneği: ışık çiğnenemez. Onu çiğnemek, ayaklamak isteyen ayağının, ışığın altında kaldığı görülür. Denemesi kolaydır. Kişi, ayağını kaldırsın. Güneş veya elektrik ışığını ayaklayacağım desin. Üstüne bastığında izleyeceği görüntü: “Işığın altta kalmadığı” dır. Işık, ayağın üstünde kalıyor. Ayak, ışığın altına giriyor!

İşte “Hak”, yani “gerçek” de böyledir. Onu ne kadar tepelemek isteyen olsa da, tepeleyemeyecektir! Sonuçta “Hak” üstünlüğünü gösterecektir. Yeter ki insan birazcık da olsa; bilimden nasibini almış olsun! Bunun böyle olduğunu kabul eder. Bizim, cahillere zaten söyleyecek sözümüz yoktur.

Gerçek varlık, varidat Nur (ışık) olduğuna göre; insanın kalbi ve fikri de Tanrı’nın bilim, teknik, hikmet ve aşk nurları ile dolu bir “hazine” olmalı… Kalbi zengin olmalıdır.

Kalbi zengin olan, çok üstün bir “kişiliğe” kavuşur. Maddi, yani “gölge” varlık, o’nu hiç etkilemez. Onun yokluğunda, çok sebatlıdır (Kararlıdır). Maddi varlık o’nun için hiçbir şey değildir.

Maddi varlık, “toplum için” gereklidir. Çünkü İslam, çok kuvvetli bir devleti zorunlu görür. Devlet, dış düşmanlara karşı ve sosyal dengeyi sağlayabilmesi için çok zengin olmalıdır. Çünkü sosyal dengesizlik toplumsal patlamalara sebep olur. Sosyal patlama, fitne, fesat (anarşi) getirir.

Anarşi, devleti yıkar. Devlet yıkıldığında İslam, “evrenselliğini” kaybeder. Hak zayıflar. Batıl güçlenir…

İslam haktır, hakkı teslim etmektir. Gerçeği kabullenmektir. Gerçeğin olmadığı ya da zayıf olduğu yerde “batıl (eğrilik, doğru olmayan)” kavramlar var demektir.

İşte bu nedenle İslam’a göre bu devlet, kutsal gerçekleri koruma görevini üstlenmiştir. Öyleyse, İslam’a göre devlet; çok güçlü olmalıdır. Karşısında kendinden üstün bir güç veya görmek istemez.

Bu nedenle de “müdahaleci” dir. İslam, kurallarını hiç kimseden korkmadan, hiç kimsenin hatırını saymadan işletebilmesi için; kendinden büyük veya müdahale edebilecek herhangi bir egemen gücü kabul etmez. Böyle bir güçlü devlet de; kendi çıkarını düşünmeyen, maddeyi ya da maddi dünya hayatının zevklerini put edinmeyen, gerçek insanların “fedakarlıkları” ile olabilir.

Gerçek Müslüman’ın kalbi zengindir. Kalbi, Tanrı’sının nazarına mazhar olduğundan (ilgisini çektiğinden) neşelidir. Tanrı’nın zikri ve zikrinin Nuru, kalbinde “binlerce gülşen” yaratır.

O’nun zevki; kalbî zevktir, yani yürekten mutluluktur. Kalbi, Mânevi zenginliğin refah ve mutluluğu ile her an güler. Suratı asık değil, yüzü nurlu, açık, berraktır. Gözleri ışık ışıktır. Parlaktır. Sözleri ciddi ve doğrudur…

O’nun maddi çalışması kendisi için değil; hak’lı bir ortamın, Tanrı’sının kendisine emanet ettiği kur’an ile kutsal değerlerin korunması ve yaşaması içindir. Bütün varını yoğunu emeğini bu uğurda harcar. Devlete ve topluma verir.

Devletin kuvvetli, toplumun dengeli olmasını ister. Çünkü o bilir ki; devlet güçlü, toplum ekonomik bir denge içinde olmazsa fesat (anarşi) olur. Anarşi, devleti zayıf düşürür. Yıkabilir de… Devlet zayıflarsa, İslam da zayıflar. Devlet yok olursa, (mazallah) İslam yok olur. Düşman saldırısı sonucu camiler kilise veya pavyon edilir. Bütün İslami bilimleri imha ile İslam kültürünü ortadan kaldırır. Hülagunun Bağdad’da yaptıkları gibi…([11])

Ama bir ”inancımız” var: zayıf da kalsa; “Muhammed (a.s.v.) Dini”, “kıyamete kadar” bâki kalacaktır!...

Biz sahiplik etmezsek, Tanrı’nın başka kulları O’nu yaşatır. Çünkü Tanrı’nın kulları “Yalnız biz” değiliz!... Zaten Tanrı.

-“Siz de onlar gibi sapıktınız. Ben size “Hidâyet” ettim.” (Al-i İmran - 164) buyurmaktadır.([12])

Tanrı yolcusu, Allah’ın “bir” olduğuna yüzde yüz inanacak. Hiç şüphe etmeyecek.

Tanrı yolcusu, Tanrı’nın birliğine, tekliğine tam inanacak; şüphe etmeyecektir. Tanrı, var olanın kendisidir. Tanrı’dan başka var yoktur.

Nesnel âlem, Tanrı’nın belirmesinden tecellisinden ibarettir. Âlemler, doğa, Tanrı’nın belirtisi, görüntüsü, zıllı yani gölgesidir. Tüm nesnelerin aslı atomdur. Atomun aslı da büyük bir enerji, güç taşıyan elektrik (ışık) tir. Kâinatı (tüm nesneleri) atomlarına ayırdığımız ve atomu da parçaladığımız zaman; sonsuz bir ışık içinde sonsuz bir güç ile karşılaşırız. Işıktan başka bir şey kalmaz. Yani “bir şey” kalır. “Kesret” in (çokluğun) yerini “Vahdet” (birlik, teklik) alır.

İste bu ışığın (Nurun) kaynağı, özü; ezeli ve ebedi, yani başlangıç ve sonu olmayan, sınırı ve bittiği nokta bulunmayan; sınırsız, kenarsız “muazzam Nur” olan Tanrı’dır…

Çünkü “yok”, yoktur. Yok denen mevhum (kavram) olmadığına göre, “var” ın sonu, kenarı yoktur. Var, sonsuzdur. İşte bu Ulûhiyettir, yani Tanrı’lıktır.

Var’ın (Tanrı’nın) sınırı olmadığına ve yok denen kavram da bulunmadığına göre, Tanrı’nın yani “Var”ın varlığı zorunludur!.. “Yok”unda, yokluğunun “zorunlu” olduğu gibi..

Varın (Tanrı’nın) sınırının olmadığı ispatlı olduğundan, Tanrı (Var), “Bir” ve “Eşsiz” dir. Yani eşsiz birdir. (Vahidü’l - Ehad). Çünkü iki tane sınırsız var olmaz! Bu durum da “sınırsız var” olan; daha doğrusu var (vücud) kendisi olan Allah (Tanrı), kesin olarak “Bir” dir. “Eşsiz Bir”dir!..

Nesneler de, birer birerdir. Ama eşleri, benzerleri vardır.

Tanrı (Gerçek var), nesnelerin özü, kaynağı olan var, sınırsız ve sonsuz olduğundan; benzersiz ve eşsiz birdir. Hak (gerçek), bir ve eşsizdir.

-“Hüve’l evvelü ve’l ahirü vezzahürü ve’l batin - İlk ve son, dış ve iç O’dur.” (Hadid-3)

-“Leyse kemislihi şey’ün - Hiçbir şey (nesne), O’nun misli (dengi) değildir.” (Şura-11) hepsi O olana, nesneler nasıl denk olabilirler?..

-“Lemyekün lehu küfüven ahad – Hiçbir şey, O’nun dengi değildir.” (İhlas-4)

Hz. Peygamber (a.s.v.), 1400 yıl önce; her şeyin Tanrı olduğu… Her şeyin Tanrı’nın belirtisi olduğu… Tanrı’nın sınırsız olduğu… Hiçbir şeyin, mutlak varlık, varlıkların kaynağı Tanrı’nın dengi olmadığı… Tanrı’nın her şeyi kapladığı…

-“Elâ innahu bikülli şey’in muhit - iyi bilin ki! Tanrı her şeyi ihata etmiştir (çepeçevre kuşatmıştır).” (Fussilet-54)

her şey helâk olup, sadece “mutlak varlık” Tanrı’nın bâki (ebedi) kalacağı…

-“Küllü şey’in halikü’n illa vechehü – her şey yok olacak. Tanrı’nın yüzünden (Varlığın özü, mutlak varlık Tanrı’nın Zatından) gayrı.” (Kasas - 88)

Tanrı’nın her an bir tecelli de (bir iş ve harekette) bulunduğu, yani Tanrı’nın statik (durgun) olmayıp; dinamik (hareketli) ve canlı bir varlık olduğu…

-“Külle yevmi’n hüve fi şa’n – Tanrı her an bir işte, bir tecellidedir (yani hareket halindedir).” (Rahman - 29)

Doğada her şeyin düzen içinde olduğu… Her şeyin bir “nedene” dayandığı…

-“Küllü şey’in sebeba – Her şeyin bir nedeni vardır.” (Kehf - 84)

Hiçbir şeyin negatifsiz olmadığı…

-“Ve innehu halaka’zzevceyni’zzekere ve’l ünsa – Muhakkak o (Tanrı), her şeyin pozitifini ve negatifini yaratmıştır.” (Necm - 45)

-“O her şeyi kaplamıştır.” (Fussilet - 54)

-“İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır. (Yani var olan O dur!). ve O, her şeyi bilir.” (Hadid - 3)

Tanrı’nın “Alim, Hekim” ve çok büyük bir “sanatçı”, yani “Sâni-i âlem, âlemin Sanatçısı” olduğu, kesinlikle Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir.([13])

-“İnnellahe yebdeül halke Sümme yüiduhu – Muhakkak Tanrı, her yarattığın mebdei (kaynağı, özüdür) ve her mahlûk (yaratık) sonra O’na (Tanrı’ya) iade olacaktır (dönecektir).” (Yunus – 4, Ankebut - 19)

–“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun – Biz Allah’tanız ve Allah’a döneceğiz.” (Bakara - 156)

İşte doğadaki diyalektik ve işte Kur’an-ı Kerim’in 1400 yıl önce bunu haber verişi…

“İnnehu halaka’zzevceyni’zzekere ve’l ünsa – Muhakkak Allah, her şeyi “pozitif” ve “negatif” yarattı.” (Necm - 45)

Bugün atomun bile, pozitif olan proton (poziton) ile elektrondan yaratıldığı bilinmektedir. ([14]) Nesneler ve doğa, “zıtların birleşimi” ile bütünleşmiştir. Bu zıtların daimi savaşı, sona ermeyecektir. Bu savaşta, zıt kuvvetlerin biri, diğerine hakimdir. Böylece doğanın ve varlığın, bireylerin ve toplumun yaşantısını devam ettirdiği apaçık ortadadır.

Doğadaki diyalektiği Kur’an ve Hz. Muhammed (a.s.v.), günümüzden 1400 yıl önce haber vermiştir. Nitekim Cenab-ı Allah, insanı ve doğayı “iki eliyle” yarattığını söylemektedir:

-“Yedeyillah – Tanrı’nın iki eli“ (Hucurat - 1)

Tanrı (Var olan) bir ve eli (belirtisi) ikidir.

-“Zü’lcelali ve’l ikram – Tanrı çok celâdetli ve ikram edicidir.” (Rahman – 27,78)

-“İ’lemu ennellahe şedidü’l ikabi ve ennellahe gafuru’rrahim – Biliniz! Tanrı, çok bağışlayıcı, çok merhametli, şefkatli ve acıyıcıdır.” (Maide - 98)

Kısaca, “Celil ve Cemil” dir. ([15])

Demek ki eşsiz bir olan Tanrı’nın Zâtında zıt sıfatlar, nitelikler bulunmaktadır. Zâtı (varlığı) “bir” sıfatları “iki” kategoridedir. “Celal – Cemal, kahır – lütuf, gadap (öfke) – rahm (şefkat)… ([16])

Tanrı, kendisini ve yüce Zâtındaki zıt sıfatları açıkça ve cömertçe kutsal kitabında – gerçeği bilelim diye – 1400 yıl önce açıklanmıştır. Bu gün, doğada da bu zıtlığı görüyoruz. Acaba “diyalektiğin babası” Hegel ve benzerleri mi yoksa “Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (a.s.v.) “ mi?!..

Diyalektiğin aslı, “Lahut” tadır.([17])

Doğadaki diyalektik, apaçıktır. Düzenlidir. İyi ve güzele doğru ilerleme (tekâmül) göstermektedir.

-“O, her an bir şanda, tecellidedir.” (Rahman - 29)

Öyleyse Tanrı, her şeyi “yenileştiren”, fakat daima “güzelleştiren” bir değiştiricidir. O halde en büyük evrimi ya da köklü değişikliği Tanrı yapmaktadır. Sonsuz bir tekâmül (olgunlaşma) içinde, sonsuz bir evrim, sürekli ve köklü değişiklik…

Hiçbir şeyin negatifsiz olmayacağı anlaşıldı. Öyleyse hiçbir şey, tümü ile yok edilemez. Çünkü negatif yok olduğunda: pozitif de yok olur.

Bu durumda, “mutlak eşitlik” de olamaz! Bir kesim, diğer kesimi yok edemez. Bu, olanak dışıdır. Diyalektiğe ters düşmektedir. O zaman mümkün olan nedir?.. Mümkün olan eşitlik değil, “eşdeğerlik” tir.

Doğada olduğu gibi, sosyal yaşamda da bir kesim, bir kesime hakim olur. Ve yaşam, devam eder… Ancak sosyal diyalektikte bir gerçek vardır: eğer hakim olan taraf âdilse; toplumda huzur ve sosyal ahlâk (güzellik ve mutluluk) vardır. Ama hâkim olan taraf zalimse; toplumda fesat (anarşi), sosyal ahlaksızlık türlü iğrenç çirkinlikler ve eğlenceler vardır.

Kur’an, sosyal kesimleri kabul etmiştir:

-“Vellezine tüd’ifu – o zayıf, yoksul insanlar”, “vellezine’stekberu – o ekabirler”, yani burjuva (kuvvetli ve mutlu azınlık) dediğimiz, bazı ülkelerdeki denetimi ellerinde tutan kesim. (Araf – 75, Sebe - 32)

Yüce kitabımız Kur’an’da Tanrı, “ekabiri – burjuvayı” sevmediğini, onlardan yana olmadığını birçok Âyetlerle açıklamıştır. Hz. Muhammed (a.s.v.)in, Mekke’nin kapitalistleri, yani aşiret reisleri ile mücadele verdiği hem Kur’an-ı Kerim, hem de tarihi kaynaklarla ispatlıdır: ([18])

-“O, malı biriktirip halkı horlayan ve malının hesabına dalan kişilerin, karnını ateşle dolduracağım…” (Hümeze Suresi)

-“Ahirete değil de, dünyaya düşkün (haris) olanlara dünyadan, “dünyalık” vereceğini, ancak “Âhiret hayatından nasiplerinin olmayacağını”… (Şura-20)

-“Para biriktirenlerin, öldükten sonra paralarını kızgın ateş haline getirip, alınlarının ortasına, yanaklarına, göğüslerine ve sırtlarının ortasına yapıştıracağını; o zaman “-Keşke daha az kazanmış olsaydık da, bu azaptan tez kurtulsaydık!” diye pişmanlık duyacaklarını…” ([19])

-“Malın (nimetlerin), yalnız bir kesiminin elinde devlet haline gelmemesi”; yani, Tâ ki Ya Muhammed! Bu mal, yalnız zenginler arasında dolaşan devlet olmasın!.. (Haşr-7)

Tanrı herkese emeğinin karşılığının tam olarak verilmesini ister. Kimseye, emeğinden başka bir şey verilmeyeceğini bildirir:

-“Veenleyse li’l insanı illa masea – kimseye emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm - 39)

Tanrı’nın ”taksimatçıları” sevdiğini…

-“Vallahu yühibbü’l muksitin – Tanrı, taksimatçıları sever.” (Maide - 42)

-“İnananlar inanmayanlara, “yoksullara yardım edin” dediğinde kafirlerin Mü’minlere; “Allah onlara veremez mi?” dediklerini; böyle söyleyenlerin kafir olduğunu…”

Yâsin Suresinin 47. Âyetinde apaçık açıklanmıştır.

İnsanların hepsinin “eşit” olduğunu ([20]); hepsinin “bir tek nefisten (Âdemden)” yaratıldığını([21]) ve Âdemoğullarının Mükerrem (asil) olduğunu; Allah'ın indinde ise sadece “Müttaki (Tanrı’dan sakınıp kötü işler yapmayan)lerin” asil olduğunu bildirmektedir:

-İnne ekremeküm indallahi etkaküm” (Hucurat - 13)

Yani maddenin, maddi mevkilerin insana şeref ve asalet vermeyeceğini; asaletin “biyolojik değil”, “Ruhtan” geldiğini bildirmektedir.

İslam, maddi sınıflamayı, aristokrasiyi 1400 yıl önce yıkmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v.), devleti ailesine bırakmamasının yanı sıra “seçim, istişare, danışma ve tartışma yolu” ile bugünkü “Cumhuriyet” ve temsili meclis, yani “özgürlükçü demokrasiyi” daha o zaman işaret etmiş ve kurmuştur. Ancak, yüce Peygamberimizden (a.s.v.) 30 yıl sonra tekrar zalim burjuva İslam yığınlarına hakim olmuştur.([22]) Ve olan olmuş… Böylece, din adına baskıcı bir sistem kurulmuş ve bu 1920 yılına kadar devam etmiştir. Arada bazı âdil hükümdarlar gelse de “Dört Büyük Halife Dönemi”nden (Hulefa-i Raşidin Devri) sonraki devlet sistemlerinin bâtıl olduğu, İslam'ın öngördüğü bir sistem olmadığı ilim adamlarının hemen tümü tarafından kabul edilir. İslam’da ne kral, ne de şeyhülislamlık müessesesi vardır.([23])

Kral ve papa ikilisi; aristokrat burjuvazi idaresi, yozlaşmış Hıristiyanlık rejimlerinde yüzyıllarca yaşanmıştır.

İslam’da “ruhban (din adamı)” yoktur.([24]) Herkes din adamıdır. Paralı din hizmeti de, Hıristiyanlıkta vardır. Dört Büyük Halife, Dört Büyük Mezhep Lideri, On İki büyük Ehl-i Beyt İmamı ve gerçekten Onların yolunda olan din bilginleri, din hizmetlerinden dolayı ücret almamışlardır. Dört Büyük Halife’nin, “Şeyhülislam - Din Reisi” yoktur. Özellikle böyle bir Şeyhül İslamlık ve din reisliği kavramı, İslam’ da hiç yoktur. Bu kurumları, aristokrat bir sistem olan monarşik ve oligarşik yönetimin düzenleyicileri, yani sultanlar kurmuştur.

İslam da herkes din adamıdır. Öğrenen ve öğreten vardır. O kadar! Bu öğretim de ücretsizdir. Ve “Tanrı Rızası” içindir.

İslam’da bilen, bilmeyene bildiğini mutlaka öğretecektir. Bu, O’na farzdır…

Sonuç olarak İslam “ilerici, ilimci, inkılapçı (Evrimci), sosyal adaletçi, sosyal devletçi” dir. Yine İslam muhakkak ve muhakkak, “özgürlükçü” dür. Hz. Muhammed’in (a.s.v.) Dört Büyük Halifesinin yönetimlerin seçimle oluştuğunu ve idare sistemlerinin “istişare, tartışma (danışma)” ya dayandığını hiç kimse inkar edemez.

İslam, emekten ve özgürlükten yanadır. Kur’an-ı Kerim’i insaf ile okuyan, Dört Halife devrini tetkik eden (araştıran), bunun böyle olduğunu görecektir. Ama bu gerçekleri görmemezlikten gelip de, Peygamber (a.s.v.)’ın Dört Büyük Halifesinden sonra emeviler (Ömer b. Abdülaziz hariç) tarafından kurulup, 1920 yılına kadar devam eden krallık-padişahlık sistemini ve hakim sınıfların alın terleriyle geçinen saf insanlar üzerindeki baskı aracı haline gelmiş din adamlarını ve yozlaşmış din kurumlarını, “İslam'ın sistemiymiş gibi” göstermeye çalışan bazı materyalist ve diktacı sosyalistlere bizim söyleyeceğimiz bir şey yoktur!... Ancak, Tanrı onlara, İnsaf versin, hidayet etsin deriz!

Bu “Tanrı tekliği ve birliği konusu.” İlk kitabımız “VARLIK” da çok detaylı olarak, bilimin verilerine, Kur’an-ı Kerim ve metafizik gerçeklere göre izah edilmiştir. Okunması yararlıdır.([25])

Salik, Allah’ın kâinatı; “Peygamber (a.s.v.) Efendimiz için” ve “kendine ibadet için” yarattığını bilmelidir.

-“Levlâke levlâke mâ halaktü’l cinne ve’l inse – Sen olmasaydın, sen olmasaydın (Ya Muhammed!), cinleri ve insanları yaratmazdım!...”([26])

-“Küntü kenzen mahfiyyen… Gizli bir hazine idim…”([27])

Kendinden başka hiçbir kimse, hiçbir şey olmayan, yalnızca sonsuz ve muazzam Nur (aydınlık) olan Allah’ın; “kesret-çokluk” âlemini (nesnel âlemi) yaratmayı dilemesi, “Kendinin bilinmesi” ve “Ruhun, yani Muhammed (a.s.v.)’ın Tanrı tarafından övülen Ruhunun bilinmesi” içindir. Tanrı bir kabze (avuç) Nurundan Ruhu; ve O Kutsal Ruhtan da diğer nesneleri yaratmıştır. Yani yapmıştır.

Gerçek varlık Allah’u Taala, “çokluk (Nesnel)” ve “teklik (Lahut)” âleminin, yani “varlıkların özü”dür. Allah’u Taala bizden, “tazim, itaat ve ibadet” istemektedir. Yani Onu “büyüklememizi”, Ona “uymamızı” ve Onu “mâbud” edinmemizi istemiştir.

Daha açık söylememiz gerekirse, “çokluğun tekliğe”, “dışın içe” secde etmesini dilemiştir.

Zaten öyle olmaktadır: Gezegenler Güneşin, elektronlar protonun etrafında dönmekte, onları tanımakta ve büyüklemektedirler. Her nesne kendi özünün etrafında dönmekte ve ona tabi (uyma) bulunmaktadır. Doğal olan da budur. Güneş olmadığında bu kâinatın yani nesnel âlemin bir anlamı olmayacağına, hakikat (Gerçek), Tanrı bilinemeyeceğine göre; Tanrı düşün ve bilgisi taşıyan, bir adı da “Akl-ı Kül” olan Ruh Güneşi de olmazsa insanlık âleminin anlamı olmaz.

İşte yüce Allah, “Mâneviyat Güneşi, Ruh’u Âzam” olan Hz. Muhammed (a.s.v.) için… Ona olan “Sevgisinden…” Kendisinin ve Onun “bilinmesi”… Tanrı’nın “ilk ve bütün Ruhların kaynağı” olan Muhammed (a.s.v.) yani Tanrı tarafından “övülmüş gerçek insanın hatırı” için bu âlemi ve Âlemleri peyda etmiştir.

Allah’ın “emir” sıfatı (niteliği) olan Ruh, yani “Külli Ruh” un adı: Muhammed (Tanrı tarafından medhedilen, övülen)’dir. Ona sonsuz selat ve selam olsun…

Onun bir adı da “İnsan”dır: “Yâ sin – Ey insan!...”([28])

O, “Mustafa” dır. Yani “Tanrı tarafından seçilen”dir. ([29])

O, hepimizin içindedir, hepimizdeki Ruh, O ilk büyük Muhammedi Ruhun kıvılcımlarıdır. Tıpkı güneş ve onun kıvılcımları olan yıldızlar gibidir. Yıldızların yurdunun güneş olduğu gibi, Ruhların yurdu da “ilk büyük küllü ve kudsi Ruh” Hz. Muhammed (a.s.v.)’dir. ([30]) Muhammed (a.s.v.), Tanrı tarafından övülen “Ruh-Nur”, gerçek insan… İnsanların vatanı, Ruhların babasıdır: Ebi mukaddes (kutsal baba) ([31]) Ve O Kutsal Mâneviyat Güneşi, Tanrı’nın “ezeli” ve “ebedi” emir sıfatı. “Ruh – Muhammed – Övülmüş”, tüm âlemlere rahmettir.

-“Vema ersenelnâke illa rahmete’n lil âlemin – Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim.” (Enbiya- 107)

O, güneş gibidir. Herkese yardım eder. Işıklarını her yana yayar. Onları korur. Onlara acır. Onları esirger…

Ama ışıktan hoşlanmayanlar ona sırtlarını döner ya da pencerelerini kalın perdelerle kapatırlarsa güneş ne yapsın?..

Peygamber (a.s.v) “Reuf (esirgeyici)” ve “Rahim (acıyıcı)” dır:

-“Laked câeküm resulün min… bi’lmü’minine reufu’n rahim – Andolsun, size öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Mü’minleri gerçekten ‘esirgeyicidir’, bağışlayıcıdır O.” (Tevbe - 128)

O, güneş gibidir. Kimseyi ayırt etmeden her eve girer. Güneş gibi… Fakat pencerelerini kapatıp, karanlığı “tercih” eden yaratıklar ondan yararlanamazlar. Bu özellikle onların mizacı, yapısı bozuktur. “Yapıları”, “ışığa” ters düşmektedir. Yarasa gibi… Ya da pislik böceklerinin pislikten zevk alıp, pis kokuyu sevip, gülden ve gül kokusundan hoşlanmadıkları gibi… Bu da, “diyalektiğin” gereğidir.

Gece olmasa gündüzün, karanlıktan hoşlananlar bulunmasa aydınlığın, gerçeği sevenlerin bilinmeyeceği gibi…

Çünkü Tanrı (Vücud) bir, belirtisi (Sıfatı) ikidir: “Celal” ve “Cemal”.

İkilik sıfattadır. Zamirde değildir. Tanrı’dan başka zamir yoktur. Zamir (varolan) O’dur. Diğerleri Onun, “Celâli” ve “Cemâli” belirtisinden ibarettir. Diyalektik budur! Bunu en büyük bilgin, Tanrı’nın büyük Ruhu Muhammed (a.s.v.), bundan 1400 yıl önce Tanrı’nın izniyle açıklamıştır:

-“İnnehu haleke’zzevceyni’zzekere ve’l ünsa – Muhakkak Tanrı, her şeyin pozitif ve negatifini beraber yaratmıştır.” (Necm - 45).

Yani negatifsiz bir belirti yoktur. İşte bütün çelişkiler, “ikilikler” ve “zıtlıklar” bu sırdandır. Öyleyse zıtlar, yok olmayacaktır. Doğanın ve yaşamın sürekliliği, zıtların bir arada bulunmasındandır. Birini tamamen yok edersek, bir diğeri de yok olur. Bu durumda ne mutlu gerçeği bilip de iyiden ve güzelden yana olanlara!... Gerçeği, güzeli ve iyiliği; eğriliğe, çirkinliğe ve kötülüğe hakim kılmaya çalışanlara!...

Biraz önce de değindik: zıtlardan bir zıt, diğerine üstün olur. Bu suretle nesnel âlem ve sosyal yaşam devam eder. Yoksa “hiçbir zıt, kendi zıddını ve hiçbir sınıfı yok edemez.” Yok ettiğinde, kendisi yok olur.

Yok edemez ama üstün olabilir, ya da uzlaşırlar. Ya bir zıt diğer bir zıdda; ya da bir sınıf, diğer bir sınıfa üstün değilse, ya da uzlaşmamışlarsa; o zaman aralarında sürtüşme vardır. Tedirginlik vardır. Fesat – Anarşi vardır.([32])

Kur’an-ı Kerim’i, Mühyiddin-i Arabi’yi, İslam Felsefe-Kelam ve Tasavvufçularını araştıranlar; bunun böyle olduğunu, gerçeğin bu olduğunu göreceklerdir.

Kur’an ve bilim böyle söylüyor. Şimdi bu konuda biz İslam'ın “sosyal ve ekonomik” görüşünü açıklayalım: Kur’an-ı Kerim emekten, çalışandan (işçiden) yanadır. Bu ispatlanır:

-“İnsana emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm - 39) Düşünce ve ifade özgürlüğünden yanadır:

-“Laalleküm tefekkerun – Gerekir ki düşünesiniz.” (Bakara – 219, 266)

-“Lâ ikrâhe fi’ddin – Dinde zorlama yoktur.” (Bakara - 256)

-“Leküm diniküm veliyedin – (Hz. Muhammed (a.s.v) buyurdu ya…) Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun - 6) yaratıcılıktan yanadır:

-“O, her an bir tecellide, şan’da bir inkılap(evrim, yenilik oluşum)tadır. (Rahman - 29)([33])


[1] Hz.Enes (r.a.)’den; İbn. Mace, Gazali, İhya-i Ulum, C.1, Bedir Yay.İst.

[2] Yüce Peygamberimiz (a.s.v.) buyurur: “Ben ilmin şehriyim, Ali kapusudur.” İbn Abbas’dan, Tirmizi, sahih C.2, S.399, Suyuti, camiussağir, C.1, S.108 ve diğerleri.

[3] Dogma: kesinliğine ve dokunulmazlığına inanılan düşünce.

[4] Ukbe b.Amir’den, Müslim, Ahmed b.Hanbel, İbn. Mace.

250 Hadis, A.Himmet Berki, Diy.İşl.Bşk.Ya.

[5]__Daha geniş bilgi için, “ İslam’da mezhepler ve yükseliş,” Kazım Yardımcı, 1988, İzmir. Doğan Dağıtım- Malatya.

[6] Rab, Ruh, Melek, Cennet-Cehennemi fizik ötesi gerçekler; ancak “İlahi Mesajla” bilinir. İslam, Fiziki gerçeklerde aklın rolünü kabul eder. Fizik ötesini Peygambere bırakır.

[7] Kutsi Hadis: Kaynaklar: Keşfül Hafa, Acluni, C.2, S.132, H.2016 A.Kari, el Esrarül Merfua fi’l Ahbar’il Mevdua H.353, S.273.

[8] “Men Arafe Nefsehu, kad Arafe Rabbehu- Kendini bilen, Rabbın bilir.”(Binbir Hadis, Şemseddin Yeşil, 1983, İst.S.212 ve diğerleri).

[9] “Allahü Taala, Âdem’i kendi sureti üzerine yarattı.” (Müslim, Ebu Hureyye’den rivayet etmiştir. Buhari, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/244, Keşfü’ll Hafa; Ayrıca Gazali, İhya, C.2, S.417.)

[10] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.219-224

[11] Moğol İlhanlı Devletinin kurucusu. Hülagu (1217 - 1266), tarihlerinde kaydettiği en büyük kan dökücü hükümdarlardan biridir. Abbasi İmparatorluğuna son verip başkent Bağdad’ı aldığında; Dicle nehri insan kanı ve kitapların küllerinden dolayı, kırmızı-siyah renkte akıyordu. (Tarih kitaplarından)

[12] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.225-226

[13] Bk. Kur’an-ı Kerim: Neml Suresi, Ayet: 88. Bu konuda Yüce Peygamberimiz buyurur: “İnnelahe Taala saniö kulli saniin – Muhakkak Allah, her sanatkarın ve sanatkarın sanatının sanatkarıdır”.

Buhari, Kunuzu’l Hakaik, 500 Hadis’den.

[14] Elektron: Atom çekirdeğinin çevresinde dönen, “negatif” yüklü zerrecikler.

Proton: atom çekirdeğini meydana getiren , “pozitif” elektrik yüklü zerrecikler.

Positon : pozitif elektrik yüklü elktron. (Hayat Ansiklopedisi, C.1.”Atom” mad.)

[15] Bak. Kur’an-ı Kerim. “Cemil”: Hicr – 35, Ahzab – 28, 49 , Mearic – 5… “Celil (Celal)”: Rahman – 27,78.

[16] Kategori: aralarında bir ilgi ve benzerlik bulunan şeylerin tümü.

[17] Tanrı, “mutlak varlık” bir ve sıfatları iki’dir: “Celal ve Cemal”. Diyalektiğin özü, İlâhi’dir. Tanrı bir “Eli ikidir” (Sad- 75). Sıfatları, iki kategoridedir. Bu durumda Celal – Cemal çelişkisi… Öyleyse diyalektik. Lahutidir. Tanrı’saldır…

[18] Nahl: 22-23, Münafikun-5, Gafir-76, Fatir-43, Lokman-7, Mü’min-67..

[19] Bkz. Kur’an-ı Kerim: Tevbe, 34-45; Hakka, 27-28. Âyetler.

[20] Yüce Peygamberimiz buyurur: “İnsanlar, tarağın dişlerine benzerler; birbirinin eşidirler”. (Kunuz’ül Hakaik, C.2, S.185. Ayrıca; Hakim, Beyhaki, Camiussağir.)

[21] “Ey insanlar! Sizi birtek candan (nefisten) yaratan sonra da O’ndan eşini..”(Nisa - 1)

“Ey insanlar! şüphesiz biz sizi bir erkekle-dişiden yarattık ve sizi aşiretler, kabileler haline getirdik tanışasınız diye…” (Hucurat- 13)

Peygamberimiz (a.s.v.) buyurur: “İnsanlar, Âdem evladıdır. Âdem’se topraktandır”. (Camiussağir-C.2, S.175)

[22] Yüce Peygamberimiz (a.s.v.) buyurur: “Benden sonra Hilafet, otuz yıldır. Ondan sonra meliklik başlar. Başınıza yırtıcı kral geçer”. Cümhan (r.a.) dan. Ebu Davud, Tirmizi, Nesei .Tac Terc. C.3, S.79 Bekir Sadak, İst. 1973. ayrıca Sahih-i Buhari ve Tecrid-i Sarih Terc. Diy. İşl. Bşk. Ya.

[23] Bu konuda da geniş bilgi için bakınız “ İslam’da Mezhepler ve Yükseliş,” Kazım Yardımcı, 1988, İzmir.Genel Dağıtım : Doğan Dağıtım- Malatya.

[24] Yüce Peygamberimiz (a.s.v.) buyurur: “İslamiyette ruhbanlık (Rahiplik) yoktur.”

Ahmed b. Hanbel, VI-226, Darimi, Nizah, bab-3.

Ayrıca, Kimyayı Saadet, Gazali, S.176’da geçer.

[25] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.239-247.

[26] Acluni, C.2, S.163

[27] Acluni, Kestül Hafa, C.2, S.132, H. 2016.

A. Kari, el Esrar ül Merfua fi’l Ahbar’il Mevdua, H.353, S.273.

[28] Bkz. Kur’an-ı Kerim, 36. Sure.

[29] “Kur’an’da geçen “İstıfa” (seçme, ayıklama) olayını evrensel planda en ileri noktasını temsil ettiği için HZ. Muhammed, “Mustafa” yani seçilip süzülen kişi diye de adlandırılmıştır. (Yaşar Nuri Öztürk, kendi Sözleriyle Hz. Muhammed, S.22).

[30] Yüce Peygamberimiz (a.s.v.) buyurur: “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur (Ruhumdur). Acluni, 1/265.

[31] Yüce Peygamberimiz (a.s.v.) buyurur: “Hz. Âdem suyla balçık arasındayken, ben yine Peygamberdim”. (Tirmizi, Menakıb - 1).

[32] Üstün olmak, ya da maslahat icabı uzlaşmak.. İslam'da amaç; her zaman “toplumsal barış” ı koruyup, anarşiyi-fesadı, ikiliği, bölücülüğü reddetmektir. Önlemektir.

Doğrusu şu ki; demokrasilerde olduğu gibi,; emeğe, grev-toplu sözleşme, sendikal haklar tanımak yolunda hukukun üstünlüğünü hakim kılarak, emek-sermaye uzlaşmasını sağlayıp “istikrarı” ve “soysal barışı” temin etmektir.

Zaten demokrasinin çağdaş tanımı da emek-sermaye uzlaşmasıdır. Mümkün olan da budur. İlkeler, teoriler çok tatlıdır ama, bugünkü dünyada pratiği mümkün olan da emek ve sermayenin uzlaştığı çok partili parlamenter sistem olan demokrasi’dir. Bu demokrasi İslami değildir. Ama İslam’a en yakın olanıdır.

İslam’da serbest Pazar ekonomisi, ‘sosyal Pazar ekonomisi’ dir. Toplumdan yana olanıdır. Bu durum devletin ve belediyelerin sürekli denetim ve kontrolü altında mümkündür. Tüketiciyi, hükümetler ve belediyeler korumakla görevlidir.

[33] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.248-252.

Paylaş: