Fakir hakkı gözetilecek

Tanrı ve Elçisi (a.s.v.), fakir hakkının gözetilmesine çok önem vermiştir.

Fakirlerin birçok hakkı vardır. Bu haklar, zamanın koşullarına göre, herhalde korunacaktır. Zekat, sadaka, fitre, kurban eti, ayrıca en önemlisi olarak; infak’ta (ihtiyaçtan fazlası) fakirlerin hakkı vardır.

Fakir, yoksul demektir. Bunlar da ikiye ayrılır:

1) İşgücünden yoksun olan yoksunlar. Bunlar sakatlar, kimsesiz dullar ve yetim çocuklardır.

2) İşgücünden yoksun olmayan yoksullar.

İslamiyet, halkın ekonomik yaşantısından, devleti sorumlu tutmuştur. Peygamber (a.s.v) ve Dört Büyük Halifesi zamanı, bunu apaçık gösterir.

Öyleyse yetkili kişiler, çağın koşullarına göre fakirlerin hakkını gözetmeye mecburdurlar. İşgücünden yoksun olan fakirlere devlet, nafaka (maaş) bağlamak ve kimsesiz çocukları besleyip eğitmek mecburiyetindedir. Hiçbir zaman onlar, kaderlerine terk edilemezler! İşgücünden yoksun olmayanlara da devlet, iş bulmak mecburiyetindedir.

Ayrıca emekçilerin, emeğinin sömürülmemesine ve Onların horlanmamasına, özellikle insanca yaşamaları için gerekli her türlü “Sosyal Güvenlik” tedbirlerini almakla yükümlüdür.

Çok şükür bugüne ki, Türk Anayasası’nda bu tedbirler vardır. İslam’ın öngördüğü Sosyal Adalet İlkelerini, zamanın koşullarına göre bugünkü Anayasamız da öngörmüştür. Bu nedenle; bu günkü Anayasayı, Kur’an’a ve İslam kurallarına tamamen aykırı görmek tamamen samimiyetsizlik olur.

İslamiyet, fukaranın (işgücünden yoksun olsun veya olmasın) haklarını gözetmeyi, kesin olarak önermiştir. Bugünkü Anayasamız da, bunu kesinlikle önerdiğine; buna devleti ve sorumlu kişileri mecbur ettiğine göre; bu Anayasa’nın özellikle ekonomik yaşantı ile ilgili maddeleri derhal uygulandığı taktirde, fakirlerin hakkı kesinlikle gözetilmiş sayılır.

Ayrıca çalışıp para kazanan kişiler, insanlık yönünden ihtiyacından fazla olanından; gerek işgücünden yoksun, gerekse iş bulamadığı için çalışamayan, bu nedenle de fakir olan yoksullara yardım etmeye mecburdurlar. Bu Onların, her şeyden önce insanlık görevidir. İnsanın, insanlık yönünü artıran; insanda insan sevgisini doğuran bir araçtır.

Çünkü insan, insanı seven ve insana yardım edendir!..

Tanrı, Kur’an-ı Kerim’de;

“Sadaka (yardım) yoksulların hakkıdır”. (Zariyat - 19) buyurmuştur.

Zekat, mecburidir. Devlet bizzat alacaktır. Hz. Ebubekir (r.a.) efendimizin bu konuda tartışma kabul etmez bir Fetvası (İctihadı) vardır: “Zekat vermeyen, öldürülecektir!”([1])

Hz.Ebubekir(r.a)’nın bu sözü üzerine o zaman bazıları irtidad yani zekat vermemek için İslam’dan çıkmış mürtet olmuşlardır, diye İslam tarihlerinde kayıtlar vardır. Belki hristiyan olmuşlardır, çünkü İslam’da ehli kitap için öldürün emri yoktur. Diğer müşriklere ise onlar saldırmadıkça saldırılmaz yani durduk yerde onlar İslam’a kılıç çekmedikce öldürülmez.(Yani İslam’da durduk yerde hiç kimse öldürülmez; inanç ve düşüncesinden dolayı) Ancak Müslüman olmayanlar, İslam’a saldırı olursa, Müslümanlara savaş açarsa onlarla savaşmak meşru olur. Sulh barış anlaşma yapılırsa, İslam dini savaşı durdurur. Kendisi anlaşmayı bozmaz; çünkü anlaşmayı bozan Allah ininde mes’ul sorumlu olur.

Ayrıca Tanrı, Kur’an’da;

--“ Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve elçisi ile savaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz, ana malınız sizindir. Ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğratılırsınız.” (Bakara - 279) buyurmaktadır.

Tefecilik çalışmadan, emeksiz kazanç demektir. Demek ki Tanrı, emeksiz elde edilen kazancı, kesinlikle yasaklamıştır.

-“Veenleyse li’i insanı illa masea – İnsana, emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm - 39)

Tanrı ticareti, ancak emek karşılığı olarak kabul etmiş; çarşı, Pazar ve perakende ticaret kişiye bırakılmıştır.

-“Ticareti, faizle bir tutmayın!” (Bakara - 275) buyurmaktadır.

Ama ticaret; ticaretin, yani emek karşılığında kazancın meşru kuralları içinde kaldığı müddetçe!..

Bugün ticaret namı altında öyle emeğe, dürüst çalışmaya dayanmayan büyük kazançlar yapılmaktadır ki; faiz, onların yanında hiç kalır!

Ayrıca ticaret, şiddetli ve sürekli devlet murakabesi (denetimi) ister. Kesin ve sürekli devlet denetimi yoksa, O ülkede ticaret, sömürüden ve soygundan başka bir şey değildir.

Halkımızın genel olarak, kesinlikle kabul ettiği bir gerçek söz var; ama kulak asan yok. Bir zerre vicdanı olan herkes, ne söylüyor?.. “Helal kazanç kalmamış!..”

Demek ki halkın duygularından dile gelen bu tür bir ortam; helal kazanca, olanak bulunmayan bir ortamdır. Durum böyle iken, sanki İslam’ın bütün özellikleri varmış gibi, sıkışınca ticaret adı altında emekçi, fukara halkı sömüren bazı iş çevreleri ve zenginler, ikide bir, “Ey millet! Mukaddes mülkiyet ve miras haklarımızı elimizden almak istiyorlar! Diye, acaba neden avaz avaz bağırırlar?..

Ne demişti Neyzen Tevfik’imiz;

“Zalim, idbara düşerken, Dinden istimdat eder!” ([2])

Helal – Haram demez, kurt gibi her önüne geleni boğar, atar. İçkisinden, pokerinden, dansından, balosundan, kirli gecelerdeki sabahlara kadar çirkap yaşantısından, yani tamamen gayri İslami ve gayri insani yaşantısından tutunuz da; ayrıca büyüklenmesi, böbürlenmesi ve sömürmesi, fakir insanları horlaması da bir yana!..

Bunca rezillikler içinde Mukaddesattan bahseder. Hangi mukaddesattan (kutsal değerlerden) bahsediyorsunuz?.. Mehmet Akif ne diyor, kulak versenize!..

“Müslümanlık nerede, insanlık bile kalmamış bizde!..”

İnsansın, önce insanlara acı!..

Mukaddesatçı isen, öncelikle kendin, İslam dışı yaşantıdan vazgeç!..

Fukaranın çocuğunu, feza çağında köy imamı yap; sonra sen oğlunu, Amerika ve Avrupa üniversitelerinde okut! Karını, günü gününe Paris modası takip ettir; ondan sonra da Müslümanlık’tan, İslam’ın mukaddes mülkiyet ve miras haklarından bahset!..

Çıkara uygun düştüğü için, sadece İslam’ın bu iki kuralına sahip çık ve Müslüman kitleyi, malınızı koruması için; “Din elden gidiyor” yutturmacası ile imdada çağır. Olmaz öyle şey, yağma yok!..

İslamiyet, emeksiz kazancı ve rezil yaşantıyı reddeder.

Bu konuda, İslam’da kural şudur:

“Yaşantısı, emeğinden noksan olan sömürülmekte, çok fazla olan ise sömürmektedir”. Çok malda haram vardır.

Sömürü ise, batıldır. Batılın devamını istemekse zulümdür.

Mirasa gelince; emeğe ve hak ölçülere dayanırsa haktır. Eğer, yoksa batıldır. Batılın, intikali (geçme, geçiş)de batıldır. Ortada, emeğe ve hak ölçülere dayanmayan bir miras varsa, sömürülür.

İslamiyet, sömürüyü emeksiz, haksız kazancı kesinlikle yasaklamıştır.

İslamiyet yoksulların, haklarının ve özgürlüklerinin gözetilmesini ve korunmasını kesin olarak emretmiştir!..

Bu konuda söylenecek, İslam’ın bir çok gerçekleri vardır.

Ancak bu konuyu, kitabın ön kısmında yeterince değinildiğinden; kısa kesip, Tanrı’nın ve Büyük Elçisi’nin (a.s.v.), gerçek dostu, ozanımız Yunus Emre’nin, buyruk ve deyişleriyle son vermek istiyorum:

Tanrı buyrukları:

-“Tanrı, taksimatçıları sever!” (Hucurat - 9)

-“İnsana, emeğinden başka bir şey yok.” (Necm - 39)

-“Tâ ki Ya Muhammed! Bu mal (kapital), yalnız zenginler (burjuva) arasında dolaşan bir devlet olmasın!” (Haşr - 7)

-“Sadaka (yardım), yoksulların hakkıdır”.(Zariyat - 19)

-“Müşrikler, Zekat vermezler ve Ahirete (Mâneviyata) de inanmazlar!” (Fussilet - 7)

-“Ya Muhammed! Onlar (senden evvelkiler), Peygamberleri taksimatı (mal bölüştürmeyi) emredenleri, haksız yere öldürdüler.” (Al-i İmran - 21)

-“Her kasabanın ekabiri (büyük burjuvası), oranın mücrimleridir”. (En’am - 123)

-“Sevdiğiniz şeyleri infak etmedikçe (dağıtmadıkça); kurtulmuşlardan olamazsınız!” (Al-i İmran - 92)

Peygamber (a.s.v.) buyruğu:

-“İki kişinin azığı, üç kişiye yeter”.([3])

Anlayana, sadece bu Peygamber (a.s.v.) buyruğu yeter!..

Yunus Emre’nin deyişi:

“Kısa çöp, uzun çöpten hakkına alacak!”

Selam Sana, Ey Tanrı eri, Türkmen büyüğü!.. Selam Sana ve benzerlerine ki; eninde sonunda yoksul halkın tüm haklarına ve özgürlüklerine kavuşacağının ferahlatıcı müjdesini veriyorsun hiç değilse!.. Yoksul insanlara umut ve dinamizm veriyorsun!

Selam, Selam Sana; selam olsun tüm gerçeğe ermiş ve de yoksullardan, ezilmişlerden yana olan gerçek İslam bilginlerine…([4])

Salik (Kutsal Tanrı Yolcusu), Maddi – Mânevi kanaatli olmalı.

Ancak cimrilik akla gelmemelidir. Tanrı’nın verdiğine şükretmeli. Azı – çoğu birdir.

Tanrı yolcusu kanaatli olacak. Yani müsrif olmayacaktır. İsraf, emek karşılığı elde edileni boş yere tüketmektir.

İnsandaki iş gücü, Tanrı’nın insana lütfu dur. Çok da olabilir, az da… bunun karşılığı insanın geçimidir. Tanrı, ne kadar iş gücü, fikir ve sanat gücü vermişse; buna şükretmek lazımdır. Hakka rıza göstermeli, Tanrı’nın verdiğine şükretmelidir. Çalışıp çabalayıp, bin bir zorlukla kazandığını boşuna tüketmemelidir. Çünkü onda çoluk çocuğunun, işgücünden yoksun olanların hakkı vardır.

İnsanın kendi nefsi arzuları uğruna kazandığını tüketmesine israf denir. İsraf, insana yakışmaz. Topluma zarar verir. Milli geliri boşuna ve nefsin kötü arzuları için kötü yerlerde tüketmek; hem insanın ailesine, hem de memleket ve milletine zarar vermektir.

Ancak, “kanaatli olmalı” derken; “cimrilik” telkin edilmemelidir. Zaten “israf etme!” derken; parayı nefsinin kötü arzuları için boşuna tüketme denilmektedir.

Öyleyse bu sözün anlamı şudur:

“Kazancını boşuna ve kötü arzularına kullanma. İyiliğe kullan. Devletine ve milletine, işgücünden yoksun insanlara yardım et. Mübrem (zorunlu) ihtiyacından fazlasını hayır yoluna kullan. Tanrı’nı ve toplumun sevgisini kazan!” demektir.

Kanaatkar olmak, bu anlamdadır. Cimrilik akla gelmemelidir.

Kişinin kendi nefsi için kanaatli olması lazımdır. Öyle kişiler vardır ki, zengin olduğu halde nafakasından (geçinmek için gerekli şeyler) fazla yemez ve giymez! Ancak gereken yerlere bol bol verir. Yardım eder, çok cömerttirler. ([5])

Salik, yetimlere ve öksüzlere yardım edecek ve Onları sevecek.

Salik yetimlere, öksüzlere yardım edecektir. Yetim ve öksüz çocukların kalbi daima mahzun ve boyunları büküktür. Anne - baba şefkat ve sevgisinden yoksun oldukları gibi; korunmağa, bakılmağa, görüp gözetilmeye de muhtaçtırlar.

Sevgili Peygamberimiz (a.s.v.), yetimleri çok severdi. Onları okşar, gönüllerini hoş tutardı. Tanrı Kur’an’da,

-“Yetim malına yaklaşmayın” (En’am - 152) buyurmakla, onların ve mallarının korunmasına önem vermiştir.

Yetime yardım, mallarının ve canlarının korunmasıdır. Malları varsa onlar, reşit oluncaya kadar korunmalıdır. Onların, topluma iyi bir insan olarak yetişmeleri ve kazandırılmaları için gerekli her türlü yardım yapılmalıdır. Toplumda en çok “korunmaya ve sevilmeye” muhtaç olan yetim ve öksüzlerdir.

Anne ve babası olmayan bu çocukların, genelde bakacak akrabaları da yoktur. “Bugün sadece Türkiye’mizde, bir milyon civarında kimsesiz çocuk bulunduğu saptanmıştır.” Böylelerine Müslümanlar da bakmazsa; onların en iyi şekilde yetiştirmenin yollarını aramazsa; bunlara kim bakacak?..

Tanrı, yetim ve öksüzleri Müslümanlara emanet etmiştir. “Onların, en güzel şekilde yetiştirilmesini ve malları varsa, el sürülmemesini emretmiştir”.([6])

Küçük çocukların tümü, anne ve babalarının yanında, sıcak odalarında bin bir ihtimam ile yetiştirilirken; sokaklarda her türlü doğal tehlike ve kötü insanların yapabilecekleri bin bir türlü kötülüklerle karşı karşıya olan bu küçüklere yardım edilmez ve sevilmez mi?..

Bunları düşünmeyen, bu durumdan acı duymayanlara, acaba değil Müslüman, insan diyebilir miyiz?..

Ah! .. Ah!.. milyonlarla kimsesiz yetim ve öksüz küçücük çocukların, milyonlarca âhına giriyoruz… Ya Rabbi! Ya Hekim, Ya Âdil Allah’ım, Sana sığındım!... Senin şanın yüce. Sen yol göster bize!..

“Yol göster bana Ya Rab!..

Boş bir sandal gibiyim.

Beni kimse sevmiyor,

Ben, kimi seveceğim!..”

Demekte binlerce çocuk, gözümüzün önünde… Hem de hep birden!.. Vallahi ey okuyucu! Yukarıdaki dizeler, bu konuyu yazarken gece saat 22.55’de Diyarbakır radyosundan hafif Türk müziği olarak söyleniyordu. Buna bir “İlâhi tesadüf” olarak gördüm ve milyonlarca kimsesiz çocuğun “ağıt ve yalvarış” şarkıları olarak kabul ettim. Sanki bizi, toplumun tamamını Tanrı’ya şikayet ediyorlardı… Hepimiz suçluyuz bu konuda. Hem de günahların en büyüğünü işlemiş olarak…

“Beni kimse sevmiyor, ben kimi seveceğim diyor”. Öyle değil midir?.. Sevilmeyen, bir gün gelir de büyürse; kimseyi sever mi?.. Toplum, ondan sevgi bekleyebilir mi?.. Toplumu sevemez de düşmanlık ya da kötülük ederse, haklı sayılmaz mı?.. O zaman, biz hangi ”iyiliğimizden dolayı” O’na, “böyle yapma” diyebiliriz?..

İslamiyet’in en çok üzerinde durduğu, “sosyal sorunlardan” bir sorundur bu!..

Hepimiz teker teker, devlet ve hükümetler de Anayasa ile “sorumludur” bu konuda. Bu soruna özellikle bir çare bulmalı, kimsesiz ve öksüz yavrucukları kurtarmalıdır.

Bu konuyu Zat-ı Risalet (Hz. Muhammed a.s.v.) Efendimizin bir Kutsal Sözüyle bitirelim. Tüm Müslüman kardeşlerimizin insaf ile bu soruna eğilmelerini ve çaresini bulmalarını dileyelim. En büyük sevaptır, bir yetimi kurtarmak.

O’na sevgi ile bakmak. Sevginin en güzelidir belki de…

“En iyi ev, içinde “yetim bulunan” evdir (yani bir yetimin bakımının yapıldığı ev)”.([7]) Hz. Muhammed (a.s.v.)([8])

Tanrı yolcusu, haris zenginlerle samimi olmamalı ve uzak durmalı.

Tanrı Kur’an’da,

-“Men kâne yüridü hars’el ahireti nezid lehu fi harsihi ve men kâne yüridü harse‘ddünya nü’tihi minha vema lehu fi’l âhireti minnasib – Bir kimse âhirete (Nur âlemine) hırs (şiddetli istek) ederse; o’nun hırsını, isteğini artırırız. Bir kimse de dünyaya hırs (şiddetli istek) ederse; dünyadan o’na veririz. (Zengin ederiz) Ancak; Ahiretten ’nasib (faydalanma)’ alamaz.” (Şura - 20)

Buyurmaktadır.

Bu Âyet, açıktır. Dünyayı aşırı isteyen zenginler, Âhiretten nasib (fayda görme) alamıyor. Nasibi, yani faydalanması kesiliyor. Şu halde, Ahiretten (Nur Aleminden) nasbi kesilen bir insan, Tanrı’dan uzaklaşmış, iblis gibi tard edilmiş demektir.

Böyle Tanrı’dan uzak, “dünya düşkünü” zenginle; Tanrı’ya inanan ve Tanrı Yolcusu insan, samimi (dost) olabilir mi?..

Dünya düşkünlüğü, şiddetli mal mülk, servet isteği değil midir? Kur’an-ı Kerim’e göre bu özellikteki kişi, Tanrı’dan uzaklaşmakta; Ahiretten, Cennet’ten nasibi (faydalanması) kesilmektedir. Böylesi bir Cennetlik olmayan insanla samimi, yani dost olmak; kişiyi, o’nun şekil ve eğiliminin etkisinde bırakır. Sonunda insanlar, onun gibi “dünya düşkünü” olmaya başlarlar.

Tanrı’dan uzak insandan ayrı düşmek ise; Müslüman’ın hem dini görevi, hem de akıllılığı olur.

Dünya (ehli), insanı “dünya adamı” eder.

Allah (ehli), insanı “Allah adamı” eder.

Yüce Peygamberimiz (a.s.v),

“Kişi Halil’inin (dostunun, arkadaşının) dininde ölür.”([9])

Buyurmaktadır.

Her kuş kendi cinsi ile gezer.

Kur’an-ı Kerim apaçık, zenginlerin ve fukaraların varlığından bahsetmiştir. Bu durum, Kur’an’ın bir çok ayetleri ile sabittir.([10]) bu konu, okumakta olduğumuz kitabın “Güzel Ahlâklar” bölümünde de genişliğine açıklandı. Bu bölümde de konuyu biraz açalım:

“Mekke’de olduğu gibi, her yerde de (Karye, Kasaba topluluk bulun yer anlamınadır.) o bölgenin “ekabirleri (ileri gelenleri)” oranın “mücrimleridir”. Onlar, halka hile yaparlar. Ancak hileleri kendilerinedir. Fakat bunu şuur (akıl) edinemezler. (En‘am - 123)

“Her kötülüğün başı, dünya sevgisidir”([11])

Ayet ve Hadis, böyle söylüyor. Acaba bu açık “İslami gerçeklere” aristokratlarımız ve burjuvamız (olan ekabir), ne buyururlar?.. onlarla oturup-kalkan, camilerimizin minber ve vaiz kürsülerinde onların savunmasını yapan ve de onlardan yana olan ulemamız (din adamlarımız) ne buyururlar (tabi halktan ve Ahiret yurdu’ndan yan olanlarını tenzih ederiz!)?..

Ah no’laydı Sosyalistler, Mistik Metafizikçi ve Özgürlükçü olaydılar!.. o zaman insanlığın yüzyıllar boyu ızdırabını çektikleri Firavun düzenleri tez yıkılırdı. Ama gel gör ki; halkı, emeği, sosyal adaleti savunuyorlar. Sıra en büyük Hak realiteye geldiğinde kendini yaratan sonsuz, sınırsız Varlık, Alim ve Kerim olan Tanrı’yı inkar ediyorlar.

Allah’ı inkar eden, hiçbir zaman halktan, emekten yana olamaz!.. gerçek “Halkçı”, Mevlâna, Yunus ve benzeri Mistiklerdir:

“Bakır tastaki ayranım önümde oldukça, vallahi kimsenin balını düşünmem bile. Maddi olan her şeyim senin olsun. Ama “özgürlüğümü taş çatlasa vermem!” diyor Mevlâna. ([12]) Aşık, Sadık, Dost Mevlâna; tüm Evliyalar gibi.. Bu özellik, Tanrı Velileri, Yani Dostları olan ”Büyük mistiklerde” ve tüm Tasavvufçularda görülür. Çünkü onlar; “gerçek Dindar, insancı, halkçı ve özgürlükçüdürler..

Selam olsun Onlara… Onlara uyanlara… Onları sevenlere…

Demokrasi rejimi; diktacılar, ihtilalci sosyalistler, faşistler, nasyonalistler, padişahçı, şahçı, veya kralcılar tarafından eleştirilebilir. Ancak şu gerçeği, bugünkü dünyada ve insanlığın bugünkü ortamında kimse inkar edemez: çok partili parlamenter sistem, özgürlüğün en büyük garantisidir. Bizim üzerinde durduğumuz; fikir, inanç, bunlar ifade ve her türlü vasıtalarla yayabilme özgürlüğüdür.

Bir de kişiye, “işini kendi seçme ve istediği zaman işinden çıkabilme, hakkını arayabilme özgürlüğünün “ verilmesidir. İnsani bu özgürlüklere sahip olduğu derecede insandır. Yoksa onun, başkaları tarafından çalıştırılan ve tasarruf edilen canlıdan ne farkı kalır?!..

İnsan ekonomik özgürlüğe de, (geç de olsa) yukarıda sıraladığım özgürlüklerin bulunduğu demokrasi rejiminde kavuşabilir. Bunun da en büyük garantisi, muhalefet partilerinin bulunduğu ‘’demokrasi rejimi’’dir. Bundan ötesi nazariyedir. Yani pratiği olmayan teori ve felsefe, ispatlanmamış görüşler ve demagojidir.

İnsanın hayvandan ayrı bir yaratık olabilmesi için ’’özgür’’ olması şarttır. Özgürlüğün bugünkü dünyada en belirgin ve geçerli garantisi de çok partili demokrasidir. Cumhuriyettir.

Belki insanlık, bundan sonraki yüzyıllarda evrimini yapacak, özgürlüğün daha kuvvetli garantisini bulacaktır. Ama şimdi biz, fiziğin ve aklın evriminin o kesiminde değiliz henüz. Biz, kendi çağımızı yaşıyoruz. Çağa uymak zorunluluğundayız.

-“Külle yevmi’n hüve fi şa’n – Senin Rabbin Ya Muhammed! Her an bir tecellidedir (evrimdedir)”.(Rahman - 29)

Ayeti, konumuzu doğrular.([13])

Tanrı, sonsuzdur. Öyleyse insan ve doğa da evrim, ya da yükselme de sonsuzdur.

Bu durumda, içinde bulunduğumuz zaman dilimine bakarız biz. Onu yaşıyoruz çünkü..([14])

Salik (Yolcu), ihtiyar inançlılara hürmet, küçük çocuklara şefkat edecek.

Tanrı Yolcusu, ihtiyarlara hürmet ve küçüklere şefkat gösterecektir. İhtiyar; büyük, yaşlı, olgun olduğundan; genç Müslüman O’na hürmet etmek mecburiyetindedir.

Ancak ihtiyar, “büyük ve olgun” anlamının özelliklerini taşımalıdır. Bir ihtiyar, olgun değil de cahil ve ahlaksız ise, O’na hürmet edilmez. Çünkü hürmet büyüğe, olgunadır.

Güzel ahlâklı ve inançlı kişi olgundur. Ahlâksız ve inançsız insan, hangi yaşta olursa olsun, insan bile sayılmaz. Aslında saygı, sevgi “İnsana” dır. İnsan da, insanlığını bilen, idrak eden ve insanca hareket edendir. İnsan olmayana, insanlık dışı davranışlarda bulunana hürmet ve sevgi; terbiyeli, güzel ahlâklı “gerçek insanlara” saygısızlık olur! Mevlâna Celaleddin-i Rumi,

“Bir koruk, kırk yıl kaya gölgesinde kalsa; güneşi görmedikçe üzüm olmaz!..” buyurmuşlardır.

Bir insanın da saçı sakalı ağarsa, beli de bükülse, cahil kaldıkça; güzel ahlâklı olmadıkça, ihtiyar (büyük) sayılmaz. Böyle bir ihtiyara, aciz duruma düştüğünden olsa olsa acınır. Ama acıma başka şey, saygı başka şeydir.

Salik (Yolcu), kendinden küçüklere şefkat etmeli, sevmelidir.

Çocuklar büyüklerden sevgi ve şefkat gördükçe, Onlara saygıları artar. Bağlanır. Sevgi ve şefkat görmediğinde, kopar. Kopma, toplumu sarsar. Başka sorunlar ortaya çıkar.

Büyükten kopma, sapmalara sebep olur. Küçük, büyükten nefret etmeye ve kopmaya başlarsa; artık o büyüklerin söylediği bütün gerçekleri, güzellikleri inkara kalkışır. Direnir! Yabancı ideolojilerin etkisine girer. Kendi büyüklerini ve o büyüklerle gelen tarihini toptan inkara kalkışır. Bu da çok kötü bir durumdur. İşte bazı materyalistlerin yapmak istediği de budur. Onlar buna, ”alt yapı değişimi” der. Materyalist sosyalistlerin gayesi; her toplumun tarih şuurunu ve tarihi kültürünü değiştirmektir.

Bu konuda bir kere muvaffak olurlarsa gerisi kolaydır onlar için. Genci büyüğünden yani tarihinden, mazisinden koparmaya çalışmak, “kültür ihtilali” yapmaktır. Bu başarılınca, silahlı direniş başlar. Ve kısa sürede başarıya ulaşır. İhtilalci bazı materyalist sosyalistler için zor olan, silahlı direnme değildir. Onlar için zor olan, kültür ihtilalidir.

İşte bu gerçekleri bilerek, Tanrı’ya inançlı kişiler hurafelerden arınmış şekilde, dinini, tarihini, öğrenmeli ve gençlere öğretmelidir. Gençleri, çocukları sevmeli, onları büyüklerine (tarihine) saygıyla bağlamalıdır.

Sadece öğretmek yetmiyor. Gençlerin saygısını da kazanmak lazım. Gençler, büyüklerden nefret etmemelidir. Tarihi gerçeklerimizi sevgi ve şefkatle çocuklarımıza öğretmeliyiz.

Gençlerin sorunlarına eğileceğiz. Ufak tefek kusurlarını görmezlikten gelerek, onlara anlayış göstermeliyiz. Çünkü biz de o yaş dönemlerinden geçtik. Biz de büyüklerimizden o zamanlar şefkat, anlayış ve af beklerdik. Umduğumuzu bulamayınca da tepki gösterirdik. Bu ve buna benzer gerçekleri bilerek hareket etmeliyiz. İhtiyarlara saygı; küçüklere, gençlere sevgi ve sefkat göstermeliyiz.

Bunları yapmaz da herkes, kendi kişisel işleriyle uğraşır; insandan çok mala mülke değer verilir, onların elimizden çıkmaması için gerekli tedbirleri almakla uğraşmazsak; bugün olmasa da başka bir gün acı gerçekle karşılaşırız!..

Bunları yazıyoruz ama şunu da biliyorum ki; genelde zenginlerin böyle gayeleri kalmamış. Bizim de düşündüğümüz gibi, toplumun genel kanısına göre; onlar, “mutlu yaşantılarını” devam ettirmenin düşünce ve çabası içindedirler. O, ya adam satın alma peşinde, ya da tehlikeli bir durumda yurt dışına parasını ve ailesini kaçırabilme planında..

Yazık! Yazık!... Üç günlük yalan dünya için yalnız, kör olası kendi nefsini düşünene!.. toplumun genel mutluluğunu düşünmeyen, gerekli fedakarlıklarda bulunmayan böyle zenginlere Müslüman denir mi?..

Bu durumda olanlar için sözü, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’e bırakalım;

-“Ya Muhammed! Mekke’de olduğu gibi, her kasabanın (yerleşim merkezinin) ekabiri (ileri gelen kuvvetlileri, zenginleri) o yörenin mücrimleri, yani en ağır günahkarlarıdır”. (En’am-123)

Daha bizim söyleyeceğimiz kaldı mı?..([15])

Salik, haksız bir iş yapmayacak. Hakikatten ayrılmayacak ve bu konuda arkadaşlarını da ikaza çalışacak.

Tanrı yolcusu haksız bir iş yapmayacak. “hakkın yolundayım, hakkın adamıyım” diyen kişi, nasıl haksız bir iş yapabilir?.. Haktan, hakikatten nasıl ayrılabilir?.. Ya da çevresindeki haksızlıklara nasıl razı olabilir?..

Mehmed Akif’in,

“Allah’ın nâmütenahi adı var: en başı “Hak!”

Ne mutlu şey kul için, HAK’kı tutup kaldırmak!..

Diye dile getirdiği ”HAK” ne kadar büyük, ne kadar güzeldir…

Hukuk, haklar demektir. Haklara uymayan, haksız işler yapmaktadır. Haksızlığı, içinde bir zerre insanlık olan kabul etmez. Eğer kabul ediyor, ya da göz yumuyorsa; o yaratığa artık değil Müslüman, insan bile denilmez!..

Hak her şeyin üstündedir. Zira “HAK”, yaratıcının sıfatıdır.

İnsan da aslında, yaratıcısının sıfatında yaratılmıştır. Eğer bu nicelik yapısında yoksa, o kişi insan sayılmaz.

Haksız iş yapmayan, başta hakka veya hakkına rıza gösterendir. Kendi hakkına rıza gösteren, başkalarının hakkına göz dikmez. Haksız bir iş yapmamak, haksızlıklarla mücadele etmek; “önce kendi hakkına rıza ile başlar. Herkes hakkına razı olsa, haksızlık ortadan kalkar.”

Bütün haksızlıklar, kişinin hakkına razı olmamasından başlar. Bir toplumda herkes bir apartman sahibi olmak isterse; bu toplumun fertleri, kendi haklarından fazlasını istiyorlar demektir. Bu hem haksız, hem de olağan dışı bir istektir. Ama herkesin çoluk çocuğunu barındıracak, namusunu koruyacak bir ev istemesi ve kendine uygun bir iş hakkıdır. Hem de olağandır.

Çırağın, usta ücreti; kol emekçisinin, mühendis ücreti istemesi haksız bir istektir. Haklara riayet (uyma), önce kendi hakkına rıza (hakka rıza) ile başlar.

Tanrı yolcusu özellikle “HAK” konusunu çok iyi bilmelidir. Öncelikle kendisi haksız bir iş yapmamalıdır. Hakikatten (gerçekten) ayrılmamalı, sonra da arkadaşlarını da ikaz etmelidir (uyarmalıdır).

Herkes böyle hareket ederse, haksızlık olmaz herhalde…

İslam, hakkül ibâd’a (kul hakkına) çok önem vermiştir. “Hakkullah (Tanrı hakkı) affolabilir; fakat kul hakkı affolmaz” kuralını getirmiştir. Meğer ki, kul affede… Kul hakkını affetmedikçe, Tanrı affetmez.

Şu halde İslam, tamamıyla ”hak ve hakikattir”. Hakka, hukuka verdiği önemi, hiçbir şeye vermemiştir. Nasıl verebilir ki; İslam’ın bizzat kendisi “HAK” tır.

Halkın arası ancak ve ancak Hak ile tahkim edilebilir (pekiştirilebilir). Çünkü hakkın zıddı “bâtıl ve zulüm” dür. Bâtıl ve zulüm ise, bir toplumu “yok olmaya” götürür. Zulüm ile hiçbir millet, payidar (devamlı) olmamıştır. Elinde sonunda yıkılıp gitmiştir.

-“Ya Davud! Seni yer yüzüne ve Tanrı adına iş gören halife ettim. Halkın arasını “Hak” ile tahkim et (aralarını bul)!” (Sad-26)

Ayeti, insanın ve halifenin (devletin) görevini açıkça göstermiş ve halkın ancak hak ve hukuk düzeni ile sulh-salah (barış barışçılık) içinde yaşayabileceğini; halkın arasının ancak hak ve haklarının korunması ile bulunabileceğini apaçık belirtmiştir.

Demek ki İslamiyet, halkın ancak “haklarının korunması” ile huzura kavuşacağını ve birbirleriyle “uyum” içinde olabileceklerini bildirmektedir. Ayrıca İslamiyet, bu yolla halkın birbirlerini sevip, birlik ve beraberlik kurabileceğini kesinlikle getirmiş bulunmaktadır.

Hakka riayet, yani hakka uymak, İslam’ın en büyük ve en önde gelen niceliğidir.

Zaten İslam’ın kelime anlamı incelendiğinde;”Hakkı teslim, gerçeği kabullenmek” olduğu görülür. Müslüman da, “Hakkı teslim, gerçeği kabul eden” demektir.

Ne mutlu “İSLAM”ı Din edinip, “hak ehli” olan insanlara!..

-“İnneddine indallahi’l İSLAM-Tanrı indinde Din, İslam dır (Hakkı teslim, gerçeği kabullenmektir) “.(Al-i İmran-19)

Şu halde Müslüman, Hakikatçi, yani gerçekçidir. Gerçeği arayan, gerçeği bulan, gerçeğe gerçeklere saygı duyan; hakkı, hakları (gerçekleri) canı gibi seven, canı gibi koruyandır!..

Vücudunu parça parça etseler de Haktan, hakikatten, gerçeklerden asla ayrılmayandır!..

İzzetle ölümü, zilletle yaşamaya tercih eden; “Kerbela şehidi” kahraman Hüseyin’in yolundadır. Hüseyni’dir…

Hak hukuk, hürriyet düşmanı zalimlere karşı durup, gerekirse hak ve hakikat için gözünü kırpmadan ölmesini öğrenmiştir; yüce peygamberinin (a.s.v.) büyük ve sevgili torunundan!..

“Sana gül ile dokunan, hiç eder mi ümmid-i mağfired,

Gonca-i gülşensarayı MUSTAFA ’sın ya HÜSEYN!..”

Gerçek Müslüman; hak ve hürriyet âşığı ve bu uğurda “can vermesini” en olgun şekilde gösterebilmiş olan Hazret-i Hüseyin’in yolundadır.

“Hakka ki bina-i lâ İlâhe illallah’est Hüseyn”

Gerçek şu ki, Lâ İlâhe illallah’ın âbidesi Hüseyn’dir!.

Seyyid Muiniddin-i çeşti

Salik, istikametli ve işlerinde âdil olacak.

Tanrı yolcusu, müstakim yani “doğru” olacak.

İslam’da doğruluk, başta gelir. Tanrı’nın adamı doğrudur.Doğruluk yolundadır. Çünkü doğruluk, Tanrı sıfatıdır. Tanrı’nın güzel adlarından bir güzeli de, “Ya Müstakim”dir. Tanrı, son Kutsal Kitabı Kur’an’da buyurur:

-“Onlar, “Rabbimiz Allah” derler, sonra “doğru” olurlar. Bunlara ne bir korku, ne de keder vardır”. (Ahkaf-13)

Demek ki “Rabbim Allah” diyen, “doğru olandır”. İnancında doğru, sözünde doğru, işinde gücünde doğru, her hareket ve tavrında doğru…

“Doğru duvar yıkılmaz” atasözü ne kadar güzeldir. Doğrunun, en başta “yardımcısı” Tanrı’dır.

Tanrı doğrudur, doğru kullarını sever. Doğruyu, görüp gözetir. Karşılaştığı her zorlukta, ona yardım eder. Sonuçta onu kurtarır. Yeter ki kul, doğrulukta sebat etsin, dirensin; doğruluktan ne yapsalar da ayrılmasın!

Ziya Paşa’nın şu beyitini de daima hatırda tutmak lazımdır:

“İnsana sadakat yaraşır, görse de ikrah (tiksinti),

Yardımcısıdır doğruların, Hazret-i Allah!”

Yine bir şairimizin diliyle;

“Müstakim ol, Hazret-i Allah yardım eder”.

Ayrıca Tanrı yolcusu, taksim işlerinde çok “âdil” olacaktır. Adâlet de Tanrı sıfatıdır: “Ya Âdil”.

Tanrı’nın adamı da, bu nitelikte olacaktır. Eğer bir Müslüman’da “doğruluk ve adâlet” niteliği yoksa; ona Müslüman denilmez. Çünkü doğruluğun zıddı, eğrilik; adâletin zıddı, zulümdür. Müslüman hiçbir zaman eğri ve zalim ya da eğrilikten ve zulümden yana olamaz.

“Adalet” hakkı, hak sahibine vermektir. Hak sahipliğinin kökeninde ise liyakat yatar. Yani her şeyi “uygun ve yeterli” olduğu ölçüde yapmaktır, “Adâlet”.

Adâlet ata ot, ite et vermektir. Ata et, ite ot vermek zulümdür.

Bu nedenle İslam yasaları, verese (miras) işlerinde “âkil” olmayan yani deli ve ahmak, sefih (ahlaksız) ve israfçı (milli geliri boşuna ve boş eğlence yerlerinde ve her türlü kötü yollarda tüketen.) varislere mirastan bir şey vermez. Mirastan mahrum (yoksun) eder ve onları hacir altına alır.

Taksim işlerinde de Tanrı yolcusu, çok âdil olmalıdır. Yetimlerin, sakatların, dulların, ihtiyar anne ve babaların; kadınların haklarını koruyup kollamalıdır. Hatta taksim esnasında bulunan yoksun kişiler ve yoksul komşuları da faydalandırmalıdır. Bu İslam’ın gereğidir. ([16])

Tanrı Kur’an’ın birçok yerinde,

-“Allah, taksimatçıları sever.”

Buyururlar.([17]) Bu Âyetler, Tanrı’nın nimetlerinden “bütün kulların yararlanmalarını” istediğini apaçık göstermektedir. Ayrıca ulu ve âdil Allah,

-“O inanmayanlar, Peygamberleri ve taksimatı emredenleri haksız olarak öldürdüler”.(Al-i İmran - 21)

Buyurmakla, son kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim de; hem “taksimatı emredenleri”, “Peygamberleri” ile beraber anmış; hem de taksimat (yani milli gelirin âdil bir şekilde halka taksim edilmesi) isteyenleri öldürenlerin, kafirler (imansızlar) olduğunu bildirmiştir.

İşte Tanrı’nın Kitabı Kur’an, apaçık böyle söylüyor. Bu apaçık Tanrı sözü karşısında bazı materyalist ve diktacı sözde sosyalistlerin([18]) vicdanlı olmaları gerekir. İslamiyet’in, evrenselliğinden kaynaklanan bu durum; kesin bir sosyal adâleti ve insanlığı görüp gözetir.

Dikkat edilirse, marksın çattığı din “burjuva” ile birleşmiş “kilise babalarının” yozlaştırılmış dinidir. Artık, gerçek İsa (a.s.) dinine dönüleceğinden, ümidini kesmiştir de onun için “din afyondur” demek mecburiyetinde kalmıştır. Din derken; 19. yüzyılda “egemen güç” olarak gördüğü yozlaşmış kiliseyi “Hıristiyanlığı” kastetmiştir. Ey materyalist ve sosyalist; işte yukarıdaki Kur’an Âyetini gördünüz. Eğer bir zerre insafınız ve tarafsızlığınız varsa; elinizi vicdanınızın üzerine koyun ve bu Âyeti düşünün!

-“Ya Muhammed! O inanmayanlar; Peygamberleri ve taksimatı emredenleri haksız yere öldürdüler”. (Al-i İmran - 21). Düşünün! Bir daha düşünün! O zaman gerçekten Marks’ın “din afyondur” derken, yozlaşmış kiliseyi “Hıristiyanlığı” kastettiğine, kesinlikle inanmak zorunluluğunu duyarsınız…

Müslüman kardeşlerim! Sizler de elinizi vicdanınızın üzerine koyarak, bu kutsal ve yüce Âyeti okuyun ve düşünün!.. Bakın, Tanrı’mız ne buyuruyor, minberdeki mollamız nasıl konuşuyor?... Yüce Allah,

-“Ya Muhammed! O inanmayanlar; Peygamberleri ve taksimatı emredenleri, haksız yere öldürdüler.” (Al-i İmran - 21) Âyeti ile inanmayanlar, “taksimatı istemez” buyuruyor. Ve taksimatı (milli geliri halka adâletle bölüştürmek) emredenleri (isteyenleri) Peygamberleri ile beraber zikrediyor, Rabbimiz Allah.

Molla ne diyor?.. milli geliri, adâletle halka bölüştürme düşüncesinde olan herkese; komünist gözü ile bakıyor, ya da öyle ilan ediyor. Yüce İslamiyet’i iyice araştırmış; ya da o’nun hoşgörüsüne ulaşmış kişi veya Müslüman böyle düşünebilir, böyle konuşur mu? Demek ki, İslam’ın sosyal adaletçi ekonomik görüşünü ya bilmiyor, ya da kendisi de istemiyor. Komünizme çatarken, kapitalizmi savunuyor. İslâm’ın ekonomik görüşü ise kendi nev’i şahsına münhasırdır (orijinaldir). Komünizme de, kapitalizme de, liberalizme de karşıdır.([19])


[1] Bkz. “İslam Tarihleri.”

[2] Günümüz Türkçe’siyle “Zalim, zor duruma düştüğünde dinden (ve dindardan) yardım bekler”

[3] “İki kişinin yemeği, üç kişiye; üç kişinin yemeği de dört kişiye yeter”. Cabir ve Ebu Hureyre Hz.’den.

[4] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı, S.133-138.

[5] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.140-141.

[6] Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in, “En’am, İsra, Fecr, Duha, Maun, İnsan, Beled, Kehf, Bakara, Nisa, Enfal, Haşr Surelerinin” ilgili Âyetlerinde.

[7] Abdul’baki ve Ebu Nuaym’den. Ömer ve Ebu Hureyre (r.a) Suyuti, Camiüssağir. C.2, S.350

Yüce Peygamberimiz buyurur: “En kötü lokma, yetim malından çalınan lokmadır.” (Ebi’dderda, İbn Mes’ud (r.a.) den; Suyuti, Camiüssağir. C.2, S.294)

Yine (a.s.v) buyurur: “Ben ve yetime (öksüze) arka çıkan, cennet te şu iki parmağım gibiyiz.” (Buhari, Sehl b. Sa’d’dan; Müslim. Ebu Hureyre r.a’dan)

[8] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.195-197.

[9] Ebu Hureyre ‘den, Riyazü’ssalihin, Nevevi, S.281, Bedir Yay. 1974 – İst. Ayrıca Ebu Davud – Tirmizi.

[10] Bkz. Kur’an-ı Kerim: Hac – 28, Tevbe – 60, Haşr – 8, Ahkaf – 26, Al-i İmran - 10

[11] İbn Ebi’d-dünya ve Beyhaki Hasan’dan Gazali, İhya, C.3, S.454 Bedir Yayın. 1974–İst.

Ayrıca, Acluni, K. Hafa, C.1, S.344 H. 1099, A. Kari, Mevzuatü’l Kübra H.163

[12] Rubailer, “M” Kafiyesi, S.144-145 Rubai.

[13] İslamiyet, Şurayı-istişareyi emreder. Bu özellik; İslam’ın insana ve insanlık aklına önem vermesidir. Akıl, her an fikir üretebilir. Bu ise aklın evrimidir.

[14] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.182-185.

[15] Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.198-200

[16] Kutsal kitabımız Kur’an da ilgili âyet: Nisa – 8.

[17] Maide – 42, Hucurat – 9, Mümtehine – 8 ve diğer âyetler.

[18] Materyalist ve diktacı olmayan özgürlükçü sosyalistleri tenzih ederim.

[19]__Bkz. İnsanda Yükselme, Kazım Yardımcı. S.211-213

Paylaş: